Biz büyük bir tarihin, kutlu bir medeniyetin çocuklarıyız. Tarih ve medeniyet içinde Türk adıyla yaşadık, Türkçe konuştuk Türkçeyle yoğrulduk, asırlar boyunca ortak bir geçmiş içinde büyüdük. Bugün de Türk adıyla yaşıyor, Türk adıyla müşerref oluyorsak bunu tarihimize, atalarımıza ve medeniyetimize borçluyuz.

Türkçe kaynaklara göre en az 7. yüzyıldan beri kendimizi “Türk” olarak adlandırıyor, “Türk” olarak yaşıyor, “Türk” olarak ölüyoruz. Köl Tigin, Bilge Kağan ve Tunyukuk Anıtlarını okuduğumuzda atalarımızın kendilerini Türk olarak adlandırdığını görüyoruz. Devlet ve ülke “Türk ili”, millet “Türk bodun”, beyler “Türk begler”, yöneticiler “Türk kagan”, töre “Türk törüsi” idi. Atalarımız sadece Türk adını kullanmakla kalmıyorlar, muhteşem bir “Türklük bilinci” ve “Türk milliyetçiliği” ile yaşıyorlar, “Yanılmayalım, Türk adını bırakmayalım, Türklüğünüzden taviz vermeyelim, yok olup gitmeyelim” diye biz torunlarını yüzyıllar öncesinden uyarıyorlardı. O dönem Çinliler de komşuları olan Türkler için “Tu-kyu” yani “Türk” diyorlar; resmî kayıtlarında, tarihlerinde ve raporlarında Türk adını kullanıyorlardı. 

Orta Asya’daki ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar, dönemindeki tarihî kaynaklarda “Hâkaniyye (Hâkanlık), Memleket-i Türk (Türk Memleketi), Hâkan-ı Türkistan (Türkistan Hâkanı), Hâniyyetü’l- Etrak (Türklerin Hanlığı)” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca Türk Hakanlığının (Karahanlılar) yöneticileri ise “Hâkan-ı Türkistan (Türkistan Hâkanı), “Hâvakinü’t-Türk” (Türk Hakanları), Hânan-ı Türk (Türk Hanları)” şeklinde ifade edilmiştir. Ünlü Tarihçi İbnü’l Esir, El-Kâmil fi’t-Târîh adlı eserinde Türk Hakanlığını (Karahanlılar), devletin sistemini ve Afrasiyab’ın Türklüğünü göz önünde bulundurarak “Âl-i Afrâsiyâb et-Türkî” olarak adlandırmıştır. Bunun anlamı “Türk Afrâsiyaboğulları” demektir. Kâşgarlı Mahmud ise “et-Türkü’l-Hâkaniyye” yani “Hâkanlı Türkleri” diye bir adlandırma yapmıştır. “Karahanlılar” (Karakhanidy) tabiri, ilk kez Rus tarihçi V. V. Grigoryev’in 1874 yılında icat ettiği bir terimdir. Daha sonraki yıllarda yapılan yerli ve yabancı çalışmalarda da hep bu terim kullanılmıştır. Dönemin kaynaklarının kullandığı ismi esas alarak, Karahanlılar için “Türk Hakanlığı” terimini kullanmak en doğrusudur (Ayrıntılı bilgi için Prof. Dr. Ömer Soner Hunkan’ın “Türk Hakanlığı ve Karahanlılar” [2011] adlı eserine bakabilirsiniz.) Türk Kağanlığı/Köktürkler ile başlayıp Uygurlar ile çok önemli gelişmeler kaydeden Türkler, Türk Hakanlığının 10. yüzyılda resmî ve millî din olarak İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte “Türk-İslam medeniyeti” dairesini oluşturmuş, “i‘lâyı kelimetullah” (Allah’ın söz ve hükmünün yüceltilmesi) şuurunun da temellerini atmıştır.

Türk Hakanlığı (Karahanlılar) döneminde yazılmış iki büyük eserde “Türk” düşüncesi hâkimdir: Dîvânu Lugâti’t-Türk ve Kutadgu Bilig. Dîvânu Lugâti’t-Türk, Türk dilinin bilinen ilk sözlüğüdür ve Kâşgarlı Mahmud tarafından kaleme alınmıştır. “Türk Lehçelerinin Divanı” anlamına gelir. Kâşgarlı Mahmud eserin girişindeki “Yüce Tanrı devlet güneşini Türk burçlarında doğurmuş…” sözleriyle başlayan kısımda Türklerden övgü dolu sözlerle bahsetmiştir. Kutadgu Bilig ise Balasagunlu Yusuf Has Hâcib tarafından Türkçe yazılmıştır. Siyaset bilimi kitabıdır. Yusuf Has Hâcib eserinde “Körü barsa emdi bu Türk begleri/ Ajun beglerinde bular yigleri” (Eğer dikkat edersen, görürsün ki bu Türk beyleri/ Dünya beyleri arasında en iyileridir.) diyerek kendisinin de mensup olduğu Türk milletinin idarecilerini övmüş, dünyadaki idarecilerin en iyileri olarak Türk beylerini göstermiştir. O halde, bu dönem milletin adı Türk’tü, dili Türkçeydi, beyler ve hâkanlar Türk’tü, hanedanlığın adı da Türk Hakanlığıydı.

11. yüzyıl, Türk tarihinin ve Türklüğün en önemli dönüm noktalarından birisidir. Anadolu’yu Bizans’tan alarak “ebedî Türk vatanı” haline getiren Selçuklulardır. Selçuklular özbeöz Türk hanedanlığıdır, Oğuzların Kınık boyundandır. Selçuklu Hanedanının 24 Oğuz boyundan Kınık boyuna mensubiyeti “Dîvânu Lugâti’t-Türk, Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuknâmesi, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, Câmiü’t-Tevârîh, Târîh-i Güzîde” gibi tarihî kaynaklarda da ortaya konmuştur. Hanedanlık adını Oğuzların kumandanı Selçuk Bey’den almıştır. Arslan Yabgu, Tuğrul, Alparslan, Melikşah, Kılıçarslan, Sencer gibi sultan adları dahi Selçuklunun Türklüğünü göstermeye yetmez mi? Türkler, Selçuklulardan önce Anadolu coğrafyasında kısmen de olsa görünmüştü. Ancak Anadolu’nun “Türkiye” olması ve mübarek vatan toprağı haline gelmesi 1071 yılındaki Malazgirt Savaşından hemen sonra başlamıştır. Sultan Alparslan, 26 Ağustos 1071 tarihinde kendi ordusundan beş misli sayıdaki Bizans ordusunu büyük bir bozguna uğratmıştır. Bizans ordusunda yer alan 20 bin kişilik Uz ve Peçenek Türkü, savaş esnasında karşıdakilerin kendi soydaşları olduğunu anlayınca toplu bir şekilde oklarını Bizans tarafına çevirmişler ve Selçukluların saflarına katılmışlardır. Bu durum, 11. yüzyılda var olan “Türk milliyetçiliği” ve “Türklüğe bağlılık duygusu” değil de nedir?  Sultan Alparslan’ın kazanmış olduğu Malazgirt Savaşından sonra Selçuklu ailesinin mensubu olduğu Oğuzlar Sir-Derya ve Maveraünnehir’den Anadolu’ya büyüyen dalgalar gibi akın akın gelmeye başlamışlar, Batı’ya doğru Türk fütuhat hareketi artmış ve Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesini –yani Türkleşmesini, İslamlaşmasını ve vatanlaşmasını- sağlamışlardır. Artuk Bey, Mengücek Bey, Saltuk Bey, Bozan Bey, Danişmend Bey, Karatekin Bey, Çubuk Bey, Tanrıbermiş Bey gibi Oğuz Beyleri ile özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde fetih süreci hız kazanmıştır. Malazgirt Savaşına kadar yüzyıllar boyunca “Kızılelma” olan Anadolu, artık Türklere “ebedî vatan”, Türklüğe “kader” olmuştur. 

1250-1517 yılları arasında Mısır, Suriye ve Hicaz’da hüküm süren ve aslen Kıpçak Türk’ü soyundan gelen Memlük Hanedanının resmi adı Ed-Devletu’t-Türkiyye’dir. “Türk Devleti” anlamına gelmektedir. Sultanlarının isimleri Aybeg, Baybars, Kayıtbay, Kansu, Tomanbay gibi Türkçe isimlerdi. O dönemde Araplara Türkçeyi öğretmek için birçok sözlük ve gramer yazılmıştır. Birkaç tanesinin ismi şöyle: Kitâbü’l-İdrâk li- Lisâni’l-Etrâk (Türklerin Dilini Anlama Kitabı), El-Kavânînü’l-Külliyye li-Zabti’l-Lugati’t-Türkiyye (Türk Dilinin Bütün Kanunları)…  

1299-1922 yılları arasında hüküm süren Osmanlılar, Türk tarihinin çağlar kapatıp çağlar açmış en görkemli devresiydi. “Osmanlılar ‘Osmanlıca’ konuşuyorlardı.”, “Osmanlılar Türk değildi.” gibi yaygın ve yanlış bilgiler kafanızı karıştırmasın. Osmanlı Devletinin kurucu unsuru Türklerdi. Osmanlı’nın kurucusu Ertuğrul Gazi oğlu Osman Gazi, Oğuz soyundan, Kayı boyundandı. “Osmanlı” milletin değil, devlete adını veren Osmanoğlu hanedanlığının adıydı. Osmanlı döneminde Türkler kendine “Osmanlı”, diline de “Osmanlıca” demiyordu. Kendine “Türk”, diline de “Türkçe, Türk dili, Lisân-ı Türkî, Zebân-ı Türkî” diyorlardı. “Ama ‘Osmanlıca’ diye bir tabir yok mu?” diye soranları duyar gibiyim. Ahmet Cevdet Paşa, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “Lisân-ı Osmânî, Kavâid-i Osmânî, Belâgat-i Osmânî” gibi terimleri kullanmaya başlamıştır. Bundan önce yazılan eserlerde dilimizin adı daima “Türkçe” olarak geçmiş, dil ne kadar ağır ne kadar ağdalı olursa olsun “Türkçe” olarak adlandırılmıştır. Osmanlı hükümdarlarının çoğu şairdi ve şiirlerini Türkçe yazıyorlardı. Fermanlar, kanunlar, hükümler, diplomatik mektuplar, antlaşmalar Türkçe yazılıyor, Türkçe okunuyordu. Lisedeki edebiyat kitaplarında yer alan Arapça-Farsça kelime ve kurallarla dolu, ağdalı ve ağır dille yazılmış birkaç gazel ve kasideyi gören insanlar, “Osmanlı’da Türkçe yoktu” diye ahkâm kesiyorlar. Hâlbuki Osmanlı döneminde ağdalı ve ağır bir dille sanat eseri yazan eserlerin sahipleri bile kitaplarında kullandıkları dille konuşmuyorlardı. Osmanlı Türkleri ordusuyla idaresiyle, diplomasisiyle bürokrasisiyle Türkçe konuşuyor, Türk dilini kullanmaya mütemadiyen devam ediyordu. Bir de “Osmanlı Türk değildi” diye konuşup yazanlar, Osmanlı Türklüğü hakkında şüphe oluşturmak isteyenler var. Osmanlılar Türkoğlu Türk’tü. Osmanlıların kurucu ve aslî unsuru da Türklerdi. Osmanlı Türk olmasaydı; şecerelerde, Oğuznamelerde, tarihlerde Osmanlı Hanedanının soyu Oğuz Han’a bağlanır mıydı? Osman Gazi, Orhan Gazi, Sultan II. Murad, Çelebi Sultan Mehmed, Yıldırım Bâyezid gibi hükümdarlar bastırdığı sikkelerin üzerine Kayı damgaları vurur muydu? Âşıkpaşazâde Târihinde, Solakzâde Tarihinde, Künhü’l- Ahbâr’da, Kitâb-ı Cihannüma’da, Gazavât-ı Sultan Murad’da Türklükten gurur duyulur muydu? Şehzade Cem oğluna “Oğuz Han”, II. Bayezıd ise oğluna “Korkud” adını verir miydi? Sultan II. Abdülhamit Söğütlü Maiyet Bölüğüne “öz hemşerim” deyip güvenir miydi? Bunlar bir hamaset değil, tarihî hakikatlerdir. Osmanlının Türklüğünü tartışmak boş ve gereksiz bir tartışma konusudur.  

30 Ekim 1918… Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Türk ordusu terhis edilmiş, Türk milleti askersiz ve silahsız kalmıştı. Akabinde 13 Kasım 1918’de İstanbul, 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilmiş, mübarek vatan topraklarımızın birçok yeri düşman çizmeleriyle çiğnenmişti. Haçlıların torunları, dedelerinden kalma Türk nefreti ve intikam duygusuyla vatan topraklarında mezalime başlamıştı. Yunan orduları ilk padişahlarımızın medfun bulunduğu mukaddes şehrimiz Bursa’ya kadar gelmiş, Yunan ordularının komutanı Sofoklis Venizelos Osman Gazi’nin Tophane’deki türbesine gidip sandukasını tekmeleyerek “Kalk Osman, kalk da vatanını kurtar!” demişti. Türklüğümüz, dinimiz, istiklalimiz, bayrağımız, şerefimiz, millî haysiyet ve izzetimiz, tarihimiz, kültürümüz yani bütün millî varlığımız yok edilmek istendiği zaman Türk milleti küllerinden yeniden doğdu. Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde bir İstiklal Mücadelesi verdi. Gazi Mustafa Kemal, Türk milletine güveniyor, Türk’ün iman dolu göğsünün Çanakkale’de, Kafkas’ta, Suriye ve Filistin’de nasıl kahramanlıklar gösterdiğini biliyordu, hiçbir çılgının Türk’e zincir vuramayacağına inanıyordu. İnanıyordu, çünkü Türk milleti ezelden beri hür yaşamıştı, hürriyet ve istiklal de Hakk’a tapan milletin olmalıydı. Mustafa Kemal Paşa ve Türk milleti düşman işgalini asla kabul etmemişler; mandacılara, emperyalizm destekçilerine, teslimiyetçilere ve işbirlikçilerine rağmen üç yılı aşkın bir zaman boyunca ölüm kalım savaşı vermişlerdir. Türk’ün son vatanını kurtarmak ve bağımsızlığını korumak için ölesiye mücadele etmişler, binlercesi şehit binlercesi gazi olmuşlar, al kanlarını döktükleri toprağın 851 yıl sonra “Türk vatanı” olduğunu yeniden tescil etmişlerdir. Gazi Mustafa Kemal, 29 Ekim 1923’te millî hâkimiyete, millî birliğe, tam bağımsızlığa ve Türk milliyetçiliğine dayalı “Türkiye Cumhuriyeti”ni kurdu; Türk milletini geliştirmek, yükseltmek, ilerletmek için gece gündüz çalıştı. Bu yıl, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılı içindeyiz. Unutmayalım ki, Cumhuriyet’le birlikte yeniden ayağa kalkan Türkler; Selçuklunun, Beyliklerin, Osmanlının devamıdır. Dolayısıyla Türk tarihine dar bir anlayıştan bakılmamalı, Türk tarihi binlerce yıllık sürekliliği ve tarihsel bütünlüğüyle kavranmalıdır.         

Tarihimiz ve medeniyetimiz, bizi Türk olarak var eden ve bugünlere getiren uzun ve destansı bir hikâyedir. Hikâyemiz tabii ki aynı seyirde devam etmemiştir. Zaferleriyle yenilgileriyle, inişleriyle çıkışlarıyla dolu bir hikâyedir. Zaferler de bu hikâyenindir, yenilgiler de… Dostlar da bu hikâyenindir düşmanlar da… Biz Türkler bu tarihin, bu medeniyetin evladıyız. Anadolu’yu Türk yurdu yapan Selçuklu bizimdir, uç beyliğinden cihanşümul bir imparatorluk haline gelen Osmanlı bizimdir, küllerinden yeniden doğan ve 100. yıldönümü içinde olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti bizimdir. Mete Han, Attila, Bilge Kağan, Sultan Alparslan, Fatih Sultan Mehmed Han, Gazi Mustafa Kemal Atatürk bizimdir. Malazgirt, Mohaç, Dumlupınar bizimdir. Ötüken, Balasagun, Konya, Söğüt, Edirne, İstanbul, Ankara bizimdir. Nice çağlar, nice hanedanlar, nice mekânlar değişmiş, Türklüğümüz ebedî kalmıştır. Çünkü Türklük, tarihin en büyük gerçeklerinden biridir. Türkler yüzyıllar boyunca dünyaya yön vermişler, çağlara “Türk” mührünü vurmuşlardır. Bugün Çin, İran, Rus, Arap ve Avrupa tarihi Türk’ten bahsedilmeden yazılamaz. Dünya tarihinden Türk’ü çıkardığınızda geriye ne kalır ki?