13. yüzyıla kadar bütün Türklerin ortak bir edebî dili vardı. Kâşgarlı Mahmud’un ifade ettiği gibi boyların birbirinden farklı ağızları mevcuttu ama Türklüğün bir tane yazı dili vardı. 13. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğundaki “Anadolu Türkçesi” denilen Batı Türkçesi ile İdil-Ural ve Türkistan’da yaşayan Başkurt, Tatar, Kırgız, Kazak, Özbek, Uygur, Türkmen gibi Türk boylarının müştereken kullandığı “Çağatayca” olarak adlandırılan Doğu Türkçesi gelişmiştir. Doğu ve Batı Türkçeleri iki ayrı yazı dili halinde gelişmiş olsa da ilişkisini hiçbir zaman koparmamıştır. Bu iki edebî dil arasındaki farklılık bazı seslerde ve az da olsa kelime varlığında kendini gösteriyordu. Yani İstanbul’dan Türkistan’a giden bir kişi rahatlıkla iletişim kurabiliyordu. 15. yüzyılda yaşamış Çağatay edibi Ali Şir Nevayî, Osmanlı ve Azerbaycan Türklerinin gönlünden ve dilinden hiçbir zaman düşmemiş, hatta Osmanlı ve Azerbaycan sahasındaki şairler Nevayî’ye Çağatayca nazireler yazmıştır. Aynı şekilde Fuzûlî de bütün Türk coğrafyasında okunmuş, şiirleri dilden dile dolaşmıştır. Batı Türkçesinde de Sultan Veled, Yunus Emre ve Âşık Paşa gibi kuvvetli ve büyük edipler yetişmiş, Türk dilinin gelişmesine, 15. yüzyılda bir imparatorluk dili olma hüviyeti kazanmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu durum 19. yüzyıla kadar devam etmiştir.
1552 yılında Kazan Rusların işgaline uğramış, bu süreç 1885 yılında Batı Türkistan’ın işgaliyle nihayete ermiştir. Doğu Türkistan ise 1760 yılında Çin tarafından işgal edilmiştir. Böylece Türkistan Türklüğü Rusya ve Çin kıskacında kalmış, 19. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı Türkleri, Türklüğün son bağımsız kalesi haline gelmiştir. Aynı dönemde, Türk dünyasında çeşitli farklılıklara rağmen devam eden dil birliği bozulmaya başlamıştır. Rus aydınlar, misyonerler ve müsteşrikler Türk dünyasında ortak bir edebî dile karşıydılar. Çünkü dilde birlik demek, Türklüğün bütünlüğü demekti, Rusya’daki Türkleri Ruslaştıramamak demekti. Bu sebeple bazı Rus misyoner ve müsteşrikler, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren her boyun kendi lehçesiyle birer millî dil ve edebiyat oluşturmasını istiyorlar, bunun için her lehçeye ayrı bir dilmiş gibi alfabe verilmesini teklif ediyorlardı. Bu teklifin fikir babası ise Kazan Üniversitesi hocalarından Rus misyoneri ve müsteşrik Nikolay İlminski’ydi. İlminski özellikle Tatar ve Kazak aydınlarını etkilemiş, onlara kendi boy lehçelerinde alfabeler, gramerler ve sözlükler hazırlatmıştır. Bazı aydınlar Çağatay Türkçesi yerine kendi dillerinde eserler yazmaya başlamışlardır. Öte yandan, başka bir Rus misyoneri olan Nikola Ostroumov, 1883-1918 yılları arasında Türkistan Vilâyetinin Gazeti’ni çıkarmış, Özbekçeyi edebî bir dil hâline getirmeye çalışmıştır. İlminski ve Ostroumov’un girişimleri olumlu sonuçlar vermiş, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Kazak, Tatar, Özbek Türkçeleriyle eserler kaleme alınmış, gazete ve dergiler yayımlanmaya başlamıştır. 1888-1902 yılları arasında Omsk’ta çıkarılan Dala Vilâyatının Gazetı ile Mecmûa-yı Mâverâyı Bahr-ı Hazar Rus Çarlığının yayın organı gibiydiler. Rus Çarlığının fikrî propagandasını yapmışlar; valilerin emir, buyruk ve faaliyetlerini yayımlamışlardır. Bunun yanında Dala Vilâyatının Gazetı ile Kazak Türkçesi, Mecmûa-yı Mâverâyı Bahr-ı Hazar ile Türkmen Türkçesi yazı dili yapılmaya çalışılmıştır.
Aynı yıllarda Kırım’da Tercüman gazetesini yayımlayan Büyük Türkçü Gaspıralı İsmail Bey, gazetesinin başlığının altına “Dilde, fikirde, işte birlik” ibaresini koymuştu. Gaspıralı İsmail Bey, özellikle Çarlık Rusya’sının Türkleri bölmek ve ayrıştırmak çabalarına karşı tepki olarak Tercüman gazetesinde “Dilde, fikirde, işte birlik” ifadesine yer vermiştir. Gaspıralı İsmail Bey, bölünmeye ve ayrışmaya karşı Türk birliğinin gerçekleşmesini “dilde, fikirde, işte birlik” ülküsüne bağlamış, Türk birliğinin kuruluş basamağının dilde birlik olduğunu ifade etmiştir. Bu ülkü Türk dünyasında büyük yankı uyandırmış, Kaşgar’dan İstanbul’a, Buhara’dan Kazan’a kadar çok geniş bir coğrafyayı etkilemiştir. Gaspıralı İsmail Bey’e göre, Türk birliği dilin birliği sayesinde gerçekleşecek, fikir ve iş birliği de dil birliği ile tesis edilecekti. Yani dilde birlik olmazsa fikirde birlik olamaz, fikirde birlik olamazsa işte birlik olmazdı. Çünkü fikir dil ile üretir, müşahhas hale getirilir ve ifade edilir. Ortak bir dili konuşmadan aynı fikirde buluşmak mümkün değildir. O halde, Türk birliğini kurmak için önce ortak bir iletişim diline sahip olmamız lazım. İşte yani ekonomide, siyasette, sanatta, askerlikte, bilimde hayatın her alanında Türk birliğinin sağlanması dilde ve fikirde birlikle başlar. Gaspıralı İsmail Bey’in inşa ettiği bu ülkü, Türk birliğinin kuruluş parolasıdır, yol haritasıdır, stratejik metodudur. Gaspıralı İsmail Bey “dilde, fikirde, işte birlik” ülküsüyle dünya Türklüğünün tek vücut haline gelmesini ülkü edinmiş, bütün Türklerin ortak edebî dil olarak İstanbul Türkçesi kullanması için gayret etmiş, İstanbul’daki hamal ve kayıkçılar ile Doğu Türkistan’daki deveci ve çobanların anlayabileceği bir ortak dil istemişti. Çünkü Türk birliği için, öncelikle “dilde birlik” gerekiyordu. Ayrı ayrı lehçeler kullanmak Türk birliğinin önünde bir engeldi, ayrıca dünya Türklerinin birbiriyle anlaşması, dostluk kurması ve kaynaşması da ortak bir dil olmadan pek mümkün görünmüyordu. Çünkü dil birliği demek iletişim birliği demektir, anlaşma birliği demektir. Gaspıralı İsmail Bey, 15 Mart 1906 tarihli Tercüman gazetesinde ayrı lehçelerin edebî dil olarak kabul edilmesinin sosyal gerek ve gerçeklere uymadığını, bunun Türk birliği önündeki bir engel olduğunu ifade etmiştir:
“Umumî edebî dili olmayan millet, millet sayılmıyor. Türk evlatlarından olan Tarançı, Sart, Özbek, Kırgız, Kazak, Kumuk, Nogay, Azerbaycan vesair tayfalar, Türkçe konuştukları hâlde, şiveleri başkadır. Birbirlerini güçlükle anlarlar. Bu hâl, birleşmeğe, birliğe, bilgilerin, ilimlerin herkese duyurulmasına, terakkiye (ilerlemeye), edebiyata, dostluğa ve kaynaşmaya engeldir.”
Gaspıralı İsmail Beyin zamanında yazı dilleri birbirinden günümüzdeki kadar uzaklaşmamıştı. Kuzey ve Doğu Türkçeleriyle Batı Türkçesi arasında fonetik ve söz varlığı bakımından birtakım farklar bulunmuşsa da bunlar insanların birbirini anlamasına engel değildi. İnsanların birbirini anlamaları için uzun bir zamana veya bir eğitime ihtiyaç yoktu. Yani bir Türkistanlı aydın, Osmanlı’nın başkenti ve dünya Türklüğünün merkezi İstanbul’a geldiği zaman sohbet edebiliyor, buradaki kitapları, dergileri ve gazeteleri okuyabiliyor, fikir ve mülahazaları anlayabiliyor, İstanbul’daki neşriyatı kendi memleketine götürüp tanıtabiliyordu. Ömer Seyfettin, 1910’lu yıllarda İstanbul ile Türkistan arasındaki iletişimin kuvvetini “Turan Devleti”nde şu sözlerle anlatmıştır: “Taşkent’te çıkan ‘Sadâ-yı Türkistân’ ve ‘Sadâ-yı Fergane’ gazetelerini İstanbul’da okuyup da anlamayan var mıdır?”
20. yüzyılın ilk yılları “dilde birlik” şuurunun geniş bir kitleye yayıldığı ve ilerlediği dönemdir. Gaspıralı İsmail Bey’in bayraktarlığını yaptığı “dilde birlik” hareketi Türkçü çevrelerde karşılık bulmuş, Kazan’dan Kafkasya’ya, İstanbul’dan Türkistan’a Türkçü aydınlar İstanbul Türkçesini esas alarak ortak bir dil oluşturma çabalarını hızlandırmış, bu yıllarda somut neticeler elde edilmeye başlanmıştır. “Dilde birlik” şuurunun gelişmesiyle birlikte “Türk birliği” mefkûresi de kuvvetlenmiş, Türkçülük hareketi yükselişe geçmiştir. Kırım’da Tercüman, Bakü’de Açık Söz, Taşkent’te Sadâ-yı Türkistan, İstanbul’da Türk Yurdu gibi Türkçü gazete ve dergiler ortak bir Türkçe fikrini savunmuşlar, okuyucularına Türklük bilinci aşılamayı hedeflemişlerdir. Musa Akyiğit, Fatih Halidi, Muhammed Zahir Bigiyev gibi Tatar Türkü aydınlar “ortak Türk dili” fikrine destek vermişler, Azerbaycan Türkü şairler Hüseyin Cavid, Mehemmed Hadi şiirlerini İstanbul Türkçesiyle yazmışlardır. Azerbaycan 1918 yılında bağımsızlığını ilan etmiş, yazı dili olarak İstanbul Türkçesini kabul etmiş ve ders kitaplarının basımında İstanbul Türkçesi esas alınmıştır. Özbek Türkü aydınlarından Münevver Kâri Abdureşidhân, “Yer yüzi” adlı coğrafya kitabında coğrafî terim ve ülke adlarını Türkiye Türkçesiyle kullanmış, Rusların uyguladığı her türlü emperyalist siyasete özellikle dil ve kültür politikasına karşı çıkmıştır. Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp Selanik’te çıkarmaya başladıkları Genç Kalemler dergisinde Türkçenin sadeleşmesi, millîleşmesi ve “dilde birlik” ülküsünün gerçekleşmesi için “Yeni Lisan Hareketi”ni başlatmışlardır. Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp, Gaspıralı İsmail Bey’in “dilde, fikirde, işte birlik” ülküsünün takipçisi olmuşlar, makalelerinde hararetle dilde birlik ülküsünün gerçekleşmesini savunmuşlar, gerçek bir dava adamı olarak dilde Türkçülüğün prensiplerini ortaya koymuşlardır. Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları adlı kitabındaki “Dilde Türkçülük” kısmındaki 11 maddelik ilke ve prensipler bu açıdan büyük bir önem taşımaktadır. Ziya Gökalp, “Lisân” şiirinde ise “Dilde birlik” ülküsünü şu mısralarla şiirleştirmiştir:
“Turân’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var
Başka dil var diyenin
Başka bir emeli var
Türklüğün vicdânı bir
Dini bir, vatanı bir
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir”
1917 yılında “halklara hürriyet”, “halklara kendi kaderini tayin hakkı” vaatleriyle yapılan Bolşevik İhtilaliyle birlikte, Türk aydınları, “dilde birlik” ülküsünün gerçekleşeceğine uygun bir zemin yakaladıklarını düşünürken, ihtilal pembe rüyaları kızıl kâbusa çevirmiş, “halklara hürriyet” vaadi yerine “halklara esaret” politikasını uygulamıştır. Sovyetler Birliği’nde daha sonra özgürlük, barış, adalet gibi slogan ve vaatlerden vazgeçilmiş, Sovyetlerin Birliğini kurma ve koruma uğruna asla kabul edilemez baskı ve şiddet politikalarına girişilmiş, serbest düşünce ortamı yok edilmiş, fikir hürriyeti askıya alınmış; millî kimlikleri sindirme, yok etme ve yasaklama devri başlamıştır. Lenin döneminde başlayan bu baskı ve asimilasyon politikası, Stalin döneminde zirveye ulaşmıştır. Sovyetler döneminde bırakın dilde birliği sağlamayı, İlminski ve Ostroumov’un fikirleri zorla hayata geçirilerek her Türk boyunun konuşma dili yazı dili haline getirilmiştir. Türk aydınları, Stalin’in başlattığı Repressiya döneminde büyük baskı, sürgün ve idamlarla karşılaşmışlar, kanlı bir zulüm dönemi yaşamışlardır. Sovyetlerin kendilerini dillerinden, tarihlerinden, edebiyatlarından, kültürlerinden kopararak yapay ve köksüz bir kimliğe dönüştürmek istediklerini anlayan binlerce Türk aydını “halk düşmanı, devrim karşıtı, casus” olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilerek katledilmişlerdir. Kazak Türkü aydınlarından Ahmet Baytursunov, Mircakıp Duvlat ve Mağjan Cumabayev, Kırgız Türkü aydınlarından Törekul Aytmatov, Kasım Tınıstanov ve Osmonkul Aliyev, Azerbaycan Türkü aydınlarından Ahmet Cevad, Mikayıl Müşfik, Tağı Şahbazi gibi binlerce aydın Sovyet rejimi tarafından öldürülmüştür. Türk aydınlarının eserleri yasaklanmış ve sansüre uğramış, eserlerin okuyucuları dahi cezalandırılmıştır. Bu dönemde Türkoloji, Türk romancılığı, Türk şiiri, Türk hikâyeciliği gibi alanlardaki çalışmalar kısıtlanmış; Türk destanları üzerine bilimsel çalışma yapılması yasaklanmış, Türklüğünü savunan şair, yazar, kültür ve fikir adamları Türk milliyetçiliği yapan “casuslar” olarak tutuklanmışlar, sürgün edilmişler ve öldürülmüşlerdir. Bu dönemde kurşuna dizilen, sürgün edilen, tutuklanan Türk aydınlarının çoğu “dilde birlik” ülküsünü benimseyen, Türkçü aydınlardı. Stalin döneminde Türk aydınlarıyla birlikte “dilde birlik” ülküsü de kurşunlanmıştır. Türkler arasında lehçe ve ağız farklarını azaltması, Türkleri birbirine bağlaması düşünülen “Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası” kaldırılmış, her Türk boyuna Kiril alfabesi zorla kabul ettirilmiş, her Türk boyu için farklılıklar gösteren yazı sistemi dayatılmış ve farklılıklar artırılmaya çalışılmıştır. Sovyetlerin dilde birliği parçalama politikasından dolayı bugün 20 Türk yazı dili ortaya bulunmaktadır:
1) Türkiye Türkçesi
2) Gagavuz Türkçesi
3) Azerbaycan Türkçesi
4) Türkmen Türkçesi
5) Kırım Tatar Türkçesi
6) Karaçay-Malkar Türkçesi
7) Nogay Türkçesi
8) Kumuk Türkçesi
9) Kazan Tatar Türkçesi
10) Başkurt Türkçesi
11) Kazak Türkçesi
12) Karakalpak Türkçesi
13) Kırgız Türkçesi
14) Özbek Türkçesi
15) Uygur Türkçesi
16) Altay Türkçesi
17) Hakas Türkçesi
18) Tuva Türkçesi
19) Saha (Yakut) Türkçesi
20) Çuvaş Türkçesi
Buradaki amaç gayet açıktır: Dilde birliği ortadan kaldırarak Türkleri birbirinden uzaklaştırmak. Latin harflerine ilk kez 1917 yılında Yakut Türkleri geçmiştir. 1926 yılında Bakü’de yapılan I. Türkoloji Kongresinde Latin kaynaklı bir alfabenin kullanılmasına karar verilmiş ve buna “Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası” denilmiştir. Bu alfabe aşamalı olarak Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetleri tarafından kullanılmaya başlanmıştır. 1928’de Mustafa Kemal Atatürk de Türkiye’nin Latin alfabesine geçişini sağlamış, böylece 1930’ların başında neredeyse bütün Türk dünyası aynı yazı dilini kullanmaya başlamıştı. Böylece Türkler arasında his ve fikir birliği gün geçtikçe artıyor, Türkler birbiriyle rahat bir şekilde iletişim kuruyor ve bu durum da Sovyetleri rahatsız ediyordu. Bu yüzden Stalin, Türklerin Latin yazısı kullanmalarına son vermiş, her Türk boyuna birbirinden farklı olan Kiril alfabesini dayatmış, böylece komünist diktatörlük tarafından Türklerin arasına demir bir perde çekilmiştir. Sovyetler sadece her Türk boyuna bir yazı dili icat etmekle kalmamış, aynı zamanda ortak iletişim dili için de “Sovyetlerin dili, dostluk dili” propagandalarıyla Rusçayı yaygınlaştırarak “Ruslaştırma” çalışmalarına hız vermiş, Rus diliyle birlikte Rus kültürü ve hayat tarzını da empoze etmiştir. Bunun neticesinde Kazak Türk’ü olup Kazak Türkçesi bilmeyen, Özbek Türk’ü olup Özbek Türkçesi bilmeyen ama Rusçayı mükemmel derecede konuşan insanlar yetiştiler. Sovyetler Birliğinin bu politikası 1991 yılına kadar devam etmiştir. Vahim manzara da Sovyetlerin 1991’de yıkılmasıyla ortaya çıkmıştır: Türk dünyası birbiriyle Türkçe anlaşamıyor, bir Kazak Türkü ile Kırgız Türkü bir araya gelince öncelikle Rusça konuşuyor, Türk olduğu halde kendilerini Kazak, Kırgız, Türkmen, Özbek olarak tanımlıyorlardı.
Sovyet rejimi, Türk’ün dilinde, dininde, tarihinde, edebiyatında, kültüründe ve kimliğinde büyük hasarlara yol açmıştır. Sovyetlerin baskıya dayalı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk kimliği unutturularak Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar gibi boy adları millî kimlik olarak kabul ettirilmiştir. Bir Kazak Türkü veya Kırgız Türkü, “Türk” adıyla sadece Türkiye’de yaşayan Türkleri işaret ediyor, “Türkçe” kelimesini Türkiye’deki Türklerin konuştukları dil olarak tanımlıyor. Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen, Tatar Türklerine küçük yaşlardan itibaren “Türk” ve “Türkçe” kelimeleri bu anlamda öğretilmiştir. Hâlbuki “Türkçe” bütün Türklerin kullandığı genel Türk dilidir. Türkiye’deki insanların konuştuğu dil, genel Türk dilinin bir kolu, bir lehçesi olan “Türkiye Türkçesi”dir. 19. yüzyıla kadar Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar gibi bütün Türk boylarının ortak dilinin adı Türkçe, Türk tili veya Türkî idi. 19. yüzyıldan sonra, özellikle 1920’lerden itibaren Rusların “böl, parçala ve yut” oyunu olarak Türkçenin lehçeleri, boy adlarına göre Azerice, Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça gibi lehçeler ayrı birer millî dilmiş gibi bölünmeye başlamıştır. “Türk” ise bütün Türklerin üst kimliğidir. Kazak, Kırgız, Tatar, Özbek birer boy adıdır. Sovyetler döneminde boy adları ayrı birer millî kimlik olarak dayatıldı, böylece üst kimlik olan Türklük unutturuldu. Sovyetlerin baskı, asimilasyon ve sindirme politikası 1991 yılına kadar devam etti.
1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türk dünyasında yeni bir dönem başlamıştır. Beş Türk Cumhuriyeti bağımsız olmuş, millîleşme ekseninde millî politika ve yönetim yapılarını düzenleyerek siyasî, askerî, iktisadî ve kültürel kurumsallaşma sürecine girmişlerdir. 1991’e kadar bağımsız tek Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin yanında Kazakistan Cumhuriyeti, Kırgızistan Cumhuriyeti, Azerbaycan Cumhuriyeti, Özbekistan Cumhuriyeti, Türkmenistan Cumhuriyeti de yer almıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu devletleri kısa sürede tanımış ve onları yılların hasretini çeken kardeşlik hisleriyle kucaklamıştır.
20. yüzyılın sonunda ortaya yeni şartlar çıkmış, bu şartlar dünya Türklüğünü “Dilde, fikirde, işte birlik” ülküsüne daha çok yaklaştırmış, birçok alanda birlik olmanın mecburiyetini hissettirmiştir. Türk birliğinin temel şartının “birbirimizle anlaşabilmek” ve “birbirimizi anlayabilmek” olduğu anlaşılmıştır. O sebeple bütün Türklerin ortak bir dille anlaşabilmeleri şart olmuştur. Aynı atadan, aynı kökten gelen büyük Türklük âlemi, yapay kimlik ve dillerle birbirinden uzaklaştırılmış, kardeş kardeşe yabancı edilmiştir. Bizi birbirimizden ayıran, bizi birbirimize uzak eyleyen Sovyetler yıkılalı 32 sene oldu. Türk dünyası henüz ortak iletişim diline geçememiştir ancak Gaspıralı İsmail Bey’in bu ülkü uğruna verdiği gayretler, emekler ve çabalar da sonuçsuz kalmamıştır. Türklüğün ortak iletişim dili için pek çok konferans, sempozyum, çalıştay, forum, kurultay yapıldı, sayısız kitap, makale yazıldı, bilimsel çalışmalar yapıldı, Türk devletlerinin hükümetleri düzeyinde toplantılar gerçekleştirildi; Türk Devletleri Teşkilatı, TİKA, YTB, TDK, TÜRKSOY, TÜRKPA gibi Türkiye Cumhuriyetinin temsil edildiği kurum ve kuruluşların desteğiyle büyük ve önemli projeler hayata geçirildi, TÖMER kurumları ile Türkiye Türkçesini en kolay ve hızlı şekilde öğretecek kitap ve öğretim araçları geliştirildi, Türkoloji bölümlerinde akademik kadrolar yetiştirildi, Manas Üniversitesinde, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinde Türkiye Türkçesi öğretiliyor. Kazak, Kırgız, Tatar, Türkmen, Özbek Türkü yüzlerce genç aydın Türkiye Türkçesiyle lisans, yüksek lisans ve doktora tezi hazırlıyor, Türkiye’deki Türk gençleri de Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünde öğrenim görüyor; Türkmence, Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Tatarca, Uygurca öğreniyor ve Türk dünyasına yönelik akademik faaliyetler yapıyorlar. Turanı kurmamız için öncelikle dil birliğini, ortak iletişim ve anlaşma dilini sağlamamız gerekiyor. Peki, bundan sonra neler yapılabilir, neler yapmalıyız, madde madde bunları anlatmaya çalışacağım:
1. Dil birliği, Türk birliğini açılan kapıdır. Bu konunun önemi bütün Türk dünyasına anlatılmalıdır. Bu konuda Anadolu Ajansı ve TRT’ye büyük bir görev düşmektedir.
2. Türkiye ile Türk dünyası arasındaki sanat faaliyetlerine hız verilmelidir. Sinema, dizi, tiyatro, opera, bale, senfoni vb. gibi sanat faaliyetleri ortak dilin oluşması ve Türklerin kültürünü, kökenini ve tarihini tanıması için son derece önemlidir. Dede Korkut boyları, Oğuz Kağan destanı, Ergenekon destanı, Köroğlu destanı gibi millî kaynaklarımızdan faydalanılmalıdır.
3. Türk Cumhuriyetlerinin ilişkileri daima ileriye doğru gitmeli, sürekli işbirliğine dayalı olmalıdır. Bu anlamda Türk Devletleri Teşkilatı Türk birliğine giden süreçte önemli bir kurumdur. Türk Devletleri Teşkilatının ortak bir iletişim dili ile ilgili çalışmaları memnuniyet vericidir. Teşkilatın kabul ettiği 121 maddelik bildiri ve Türk Dünyası 2040 Vizyonu önemli bir adımdır. Türk Dünyası 2040 Vizyonunda, Türk Devletleri Teşkilatı Devlet Başkanları “Üye Devletlerde daha iyi iletişim sağlamak için alfabe ve terminolojide birliğin sağlanması adına kapasite oluşturulması” üzerine daimî bağlılıklarını bildirmişlerdir. Bu kapsamda 28-29 Mayıs 2023 tarihlerinde Kazakistan’ın başkenti Astana’da, Türk Dil Kurumu ve Uluslararası Türk Akademisi işbirliğiyle “Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu Birinci Toplantısı” gerçekleştirilmiştir. Bugün Türk dünyasında dil birliğinin önündeki en büyük engel farklı alfabelerdir. Bu bakımdan çağımızın gerek ve gerçeklerine uygun olan ortak bir Latin alfabesi ile ilgili çalışmaların somut sonuçlarının dil birliğinin yolunu açacağını umut ediyorum.
4. TRT Avaz gibi ortak Türkçe ve bütün lehçelerde yayın yapan müşterek radyo, televizyon ve internet siteleri açılmalıdır. Türk dünyasından haberler, Türklük bilinci aşılayan filmler, diziler, belgeseller, programlar hazırlanmalı, bu yayınlarda Türkiye Türkçesi esas alınmalıdır. Çocuklar için Türk dünyasının ortak ürünleri olan destanlar, efsaneler, masallar ve mitolojilerden uyarlanan çizgi filmler yapılmalı, çocuklara millî kimlik ve millî kültür aktarımı ile “Turan” ülküsü de verilmelidir.
5. Türk coğrafyasına Yunus Emre Enstitüsü gibi Türkiye Türkçesini öğreten kültür merkezleri ve Manas Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi gibi Türkiye Türkçesiyle eğitim veren yüksek öğretim kurumları açılmalı, öğrenci sayıları artırılmalı, Türk devletleri arasında öğrenci değişim programları yüksek teşviklerle desteklenmelidir.
6. Twitter, Instagram, Facebook, Youtube gibi sanal paylaşım sitelerinde “dilde birlik” ülküsü ile ilgili kampanyalar, bilgilendirmeler ve videolar yayınlanmalı, bu konuda özellikle gençler şuur sahibi olmalı, soydaşlarıyla haberleşmeli, ortak projeler gerçekleştirmelidir.
7. Türkler birbirinin eserlerini edebî eserlerini tanımalı, okumalı ve okutmalıdır. Mesela Kırgız Türkçesiyle yazılmış bir şiir, Türkiye Türkçesine aktarılmalı, bir sayfada Kırgız Türkçesi, diğer sayfada da Türkiye Türkçesi yer alacak şekilde yayımlanmalıdır. Böylece mukayeseli olarak Türk lehçeleri öğrenilecektir. Türk dünyası ortak edebiyatının kaynak eserleri destanlar, masallar, ninniler, efsaneler, hikâyeler her devlette yayımlanmalı, bu edebî eserler okutulurken “ortak köken” vurgusu yapılmalıdır. Okul müfredatları ve ders kitapları konusunda da ortak programa geçilmeli, ortak ders kitaplarının hazırlanması süreci başlatılmalıdır.
Dil, millî varlığın ve millî bekanın temelidir. Bir milletin ruhudur. Dilde birlik, kültürde birlik demektir. Kültürel birliğini kurmuş bir milletin siyasî ve askerî birliği de gelir. Yani ortak bir iletişim dili, Türk birliğinin kurulmasında hızlandırıcı bir güç olacaktır. Böylece Türk dünyasında siyasî, ekonomik ve kültürel ilişkiler artacak, İstanbul’dan Astana’ya, Bişkek’ten Taşkent’e daha sağlıklı iletişim kurulacak, dünya Türkleri arasında ortak ilgi alanları artacak, Türk devletleri birbirine daha çok yaklaşacak, birçok konuda ortak hareket şuuru gelişecek, birleşmiş, ilerlemiş ve gelişmiş bir Türklük dünyada küresel güç unsuru olarak yer alacaktır. Türk dünyasında ortak iletişim dilinin kurulması sağlanacak ve ortak iletişim dili ortak Türk yazı dilinin esasını oluşturacaktır. Gaspıralı İsmail Bey’in ülküsü elbette gerçekleşecektir. Gelecek, bizi “Türk’ün ve Turanın asrına” çağırıyor.