1960’lı yıllarda okullar sadece eğitim kurumları değildi; disiplini, saygıyı ve aidiyeti simgeleyen sembollerle doluydu. O dönemde öğrencilerin taktığı şapkalar, hangi okuldan olduklarını gösterirdi.
Şapkanın kenarındaki şeritlerin rengi, okulların ayırt edilmesini sağlardı. Okullar arasında bir ayrımı olduğu kadar, toplumsal düzeni ve hiyerarşiyi de yansıtırdı. Eflatun şerit öğretmen okullarını, yeşil şerit sanat okullarını, sarı şerit ise liseleri temsil ederdi. Bu şapkalar, öğrenciler için yalnızca bir aksesuar değil, aynı zamanda gururlarının ve kimliklerinin bir parçasıydı.
Geçmişe dönüp baktığımda, şapkaların yalnızca bir kıyafet değil, aynı zamanda bir kimlik, saygı ve disiplinin sembolü olduğunu daha iyi anlıyorum.
Öğrenciler, caddede gördükleri öğretmenlere karşı kaldırımda olsalar dahi mutlaka selam vermek zorundaydı. Hatta kendilerinden büyük öğrencilere bile selam verilirdi. Selamlamamak ciddi bir saygısızlık olarak görülür, cezası olurdu. Şapkaların taşıdığı bu ağırlık, öğrencileri hem disiplinli hem de sorumluluk sahibi bireyler haline getirirdi. Ancak bir şapka, o yıllarda pek çok çocuk için yalnızca bir disiplin sembolünden öteydi; fakirliğin ve mücadeleyle dolu bir hayatın da sessiz bir şahidiydi.
Ben ve arkadaşım, Hıdırşehler Köyü’nden çıkarak sanat okuluna kayıt yaptırmıştık. Fakir bir köyde büyümüştük, ama hayallerimiz büyüktü. Köyümüzden, şehre ulaşmak için Karacasuya yürümemiz gereken üç kilometrelik bir yolumuz vardı. Şehirdeki okula gitmek için Orman İşletmesi’ne ait servis, sadece kendi çalışanlarının çocuklarını taşırdı. Halbuki bizim köylülerimiz o ormanı koruyan insanlardı. Ne var ki biz bu ayrıcalıktan faydalanamazdık.
Servisin mavini, bize acır gizlice arka kapıdan bindirirdi. Bir gün, dönüşte servise kaçırdık. Arkadaşımla başka bir çözüm bulmamız gerekiyordu. Kararlaştırdık: Burunlu otobüslerden birine binecek, kaplıcanın yakınındaki kahvehanenin önünde inecek ve paramız olmadığı için köye doğru kaçacaktık. Planımızın sonu hüzünlü oldu. Otobüs şoförü beni yakaladı, arkadaşım kaçtı. Şöför şapkamı aldı ve bana iki tokat attı. O an hayatımda hiç hissetmediğim kadar küçük düşmüştüm. Şapkamı geri almak için ağlayarak şoförün arkasından gittim. Neyse ki otobüsün içinde biri duruma müdahale etti ve şapkamı kurtardı. Ancak bu olayın utancı, travması uzun süre peşimi bırakmadı.
Bu olaydan sonra arkadaşımın babası şehirde baraka kiraladı, babası da suni tahta fabrikasında çalışıyordu.
Köye gidiş gelişlerde yalnız kalmıştım. Allahtan köyümüzden kereste fabrikasına çalışmaya gidenler vardı. Onların yanında korkusuzca gidip gelirdim.
Küçücük bir çocuk, derslerini yapmak için, gaz lambası altında, sofrada gece yarılarına kadar ders yapardım. O yıllarda, köyümüzde elektrik yoktu. Sabahın altsında kalkıp, yedide yola çıkardım. En zoru da kış aylarıydı.
O günler bize disiplinin, saygının ve küçük bir şapkanın bile koca bir anlam taşıyabileceğini öğretti. Belki de şapkanın altına saklanan çocuk başları, o günlerden bugüne güçlenerek çıktılar
Bu anılar, sadece bir dönemin sosyal şartlarını değil, aynı zamanda o zorluklara karşı mücadele eden bir çocuğun hikayesini de anlatıyor. Bir şapkanın peşinde koşarken hissettiğim çaresizlikten, yurda kabul edilmenin mutluluğuna kadar her şey bana şu dersi verdi: Zorluklar her zaman olacaktır, ama bir ışık bulduğunuzda o yoldan yürümek için asla vazgeçmemelisiniz. Bugün gençlere söyleyebileceğim en önemli şey, zorlukların altında ezilmeden azim ve sabırla yol almak gerektiğidir.
31 Ocak 2025
Şükrü Karataş