NE ZAMANDAN BERİ TÜRKÜZ?
Yüzyıllardır kendimizi “Türk” olarak tanımlıyoruz, başkaları da bizi “Türk” olarak tanımlıyor ve birileri hâlâ kimliğimizi “Türk değil, Türkiyeli” diye geveleyip duruyor, “Türk” kimliğini adeta silmeye çalışıyor, “Türk” adını ısrarla anmıyor, “Türk” kimliğini yok sayıyor. Peki, birileri bugün neden “Türk” kimliğinden rahatsız oluyor yahut Türklüğü tarihî ve sosyolojik gerçekliğinden koparmak istiyor? Neden “Türk” demeye dilleri varmıyor? İngilizlerin, Fransızların, Arapların, Farsların, Rusların, Japonların yüzyıllardır kullandığı “Türk” kelimesi yerine “Türkiyelilik” demeyi tercih edenler; tarihsel derinlikten uzak, sosyal gerçekliği ve kapsayıcılığı olmayan, eşyanın tabiatına aykırı olan “Türkiyelilik” gibi gülünç bir terimi kullanıyorlar. Amaçları belli; “Türk” adını bir kenara atmak, Türk milletini Türklükten uzaklaştırmak, “Türk” adını mübarek vatan topraklarından silmek! Oysa geçmişten günümüze kadar Türkler ve yabancılar (Arap, Fars, Bizans, Çin, Rus, Avrupa…) tarafından yazılmış binlerce tarihî kaynakta, resmî kayıt ve vesikalarda “Türk” adı milletimizin kimliği olarak geçmiştir. Şimdi yazımı örneklerle belgeleyeceğim.
Bilge Kağan tarafından kardeşi Köl Tigin’n hatırasını ebediyen yaşatmak için 21 Ağustos 732’de dikilen Köl Tigin anıtında Bilge Kağan,
“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış, insan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş” (Köl Tigin Anıtı, Doğu Yüzü, 1-3) diyor.
Bu sözler Bumin ve İstemi’nin kağan olduğu dönemde, yani 6. yüzyılda “Türk” adının mevcut olduğunu gösteriyor. Ayrıca 2022 yılının Ağustos ayında Moğolistan’ın Arhangay eyaletinin Nomgon vadisinde kazı çalışmalarına devam eden Uluslararası Türk Akademisi ile Moğol Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü kurulları Köl Tigin ve Bilge Kağan’ın babası İlteriş Kağan’ın anıtını keşfettiler. Anıtın üst bölümünde Türk oyma yazılı, 12 satırlık bir Türkçe metin bulunmuş, anıt metninde “Tanrı, Türk, Kutluk, Tümen” gibi kelimeler okunmuştur. Bu da demek oluyor ki, Türkçe bir metinde “Türk” adının geçtiği en eski kaynak İlteriş Kağan Anıtı olmuştur. İlteriş Kağan’ın ölüm tarihini 692 olarak kabul edersek, İlteriş Kağan’ın mezar taşının 1331 yıl önce dikildiğini, “Türk” adının 1331 yıl öncesinden geldiğini söyleyebiliriz. Kim bilir, belki bir gün gerçekleşecek yeni bir buluşla Türk adının bundan da eski olduğunu göreceğiz. Bengü Taşlardaki kutlu atalarımız da kendini ataları Bumin, İstemi ve İlteriş Kağan gibi “Türk” olarak adlandırmıştır. Kendilerine “Türk” demekle kalmamışlar, “Türklük” için çalışmışlar, “Türklük” için mücadele etmişler, “Türklük” için yaşamış, “Türklük” için ölmüşlerdir. Kutlu atalarımız yüzyıllar önce kendilerini “Türk” olarak tanımlamışlar; bırakın yabancı bir ad kullanmayı Türk milletini yabancılaşmamak, yozlaşmamak, düşmana teslim olmamak ve “Türk” kimliğini bırakmamak için uyarmışlar.
Şimdi 11. yüzyıla gidelim. Dîvânu Lügati’t-Türk, 1072-1077 yıllarında Kâşgarlı Mahmud tarafından kaleme alınan ve Türk dilinin bilinen ilk sözlüğü özelliğini taşıyan eserdir. 11. yüzyıl Türk dilinin, Türk edebiyatının, Türk folklorunun, Türk sosyal hayatının ilk millî kaynağı gibidir. Bu sebeple Türkologlar, Kâşgarlı Mahmud’u Türkolojinin kurucusu olarak kabul ederler. Kâşgarlı Mahmud, 11. yüzyıldaki Türk lehçelerine ait 9 bin kelimeyi bir araya getirmiş, bu kelimelerin anlamlarını vererek örnek cümleler, atasözleri ve şiirlerle açıklamasını zenginleştirmiştir. Kâşgarlı Mahmud, eserinin giriş kısmında Türkler için şöyle diyor:
“İmdi, bundan sonra Muhammed oğlu Hüseyn, Hüseyn oğlu Mahmud der ki:
Tanrının devlet güneşini Türk burçlarında doğurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin, ayak takımının şerrinden korudu...” (DLT Tercümesi I, 1985, TDK Yayınları, Ankara, s.3)
Kâşgarlı Mahmud, 11. yüzyıldaki Türk milletinin kökeni, Türk boyları ve coğrafyası hakkında bilgi vermiş, Türk kimliğini Hz. Nuh’a dayalı soy ağacına dayandırarak değerlendirmiştir:
“Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi –Tanrı kutsal kılası- Yalavaç Nuh oğlu Yafes, Yafes oğlu ‘Türk’e dek ulanır. Bunlar –Tanrı kutsalkılası - Yalvaç İbrahim oğlu İshak, İshak oğlu Iysu, Iysu oğlu "Rum"u andırır. Bunlardan her birboyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Ulu Tanrı bilir... Bizans-Rum ülkesine en yakın olan boy Beçenek’tir. Sonra Kıpçak, Oğuz, Yemek, Başgırt, Basmıl, Kay, Yabaku, Tatar, Kırgız gelir. Kırgızlar Çin ülkesine yakındırlar. Bu boyların hepsi Rum ülkesi yanından doğuya doğru şöylece uzanır gider: Çigil, Toxsı, Yağma, Uğrak, Çaruk, Çomul, Uygur, Tangut, Xıtay. Xıtay ülkesi Çin’dir. Bundan sonra Tawgaç gelir; orası “Maçin”dir. Bu boylar güney ile kuzey arasında bulunurlar” (DLT Tercümesi I, 1985, TDK Yayınları, Ankara, s.28)
Aynı yüzyılda Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig adlı meşhur eserini yazmıştır. Eserde “Türk hanı (3817), Türk buyrukı (1163), Türk begleri (276,277)” gibi adlar geçmekte, bunlarla birlikte “Türkçe mesel (667), Türkçe sözüg (6617)” gibi kelimeler de yer almaktadır. Yani millet “Türk”tü, yönetenler “Türk”tü, konuşulan dil “Türkçe”ydi. Yusuf Has Hâcib, Türk beylerini dünyadaki en iyi yöneticiler olarak görmektedir ve şu beyitlerle övmektedir:
“Körü barsa emdi bu Türk begleri/ Ajun beglerinde bular yigleri” (276)
(Eğer dikkat edersen, görürsün ki bu Türk beyleri/ Dünya beyleri arasında en iyileridir.)
“Bu Türk beglerinde atı belgülüg/ Toŋa Alp Er erdi kutı belgülüg” (277)
(Bu Türk beyleri arasında adı meşhur/ İkbali bilinen Alp Er Tonga idi.)
13. ve 16. asırlar arasında hüküm süren Memlûk Devletinde Türk hükümdarların devleti yönetmesi nedeniyle Türk diline karşı yoğun bir ilgi oluşmuş, bu sebeple Araplara Türkçeyi öğretmeyi amaçlayan birçok sözlük ve gramer kaleme alınmış. Bu eserlerden bazıları şunlardır: Kitabü Bulgati’l-Müştak Fi Lugâti’t-Türk ve’l-Kıfçak, Kitâb-ı Mecmû-i Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mongolî, EI-Kavaninü’l-Külliyye Li Zabti’l- Lügati’t- Türkiyye, Et- Tuhfetü’z-Zekiyye Fi’l-lugâti’t- Türkiyye, Kitabü’l-İdrâk Li-lisânü’l- Etrak. Bu eserlerde geçen “Türk” ve “Türk dili” kavramları bile o dönemdeki Türk varlığını göstermeye yeter.
14. yüzyılda Anadolu topraklarında yazdığı Garibnâme adlı eserinde Âşık Paşa, aşağıdaki mısralarıyla Anadolu’daki “Türk ve Türkçe” varlığını tescillemiştir:
“Türk diline kimsene bakmazıdı/Türklere hergiz gönül akmazıdı
Türk dahı bilmezidi ol dilleri/İnce yolı ol ulu menzilleri”
Aynı yüzyılda, 1317 yılında Gülşehrî tarafından kaleme alınan Mantıku’t-tayr adlı eserde şair, açık bir şekilde eserini Türkçe yazmakla övünüyor:
“Türk dilinçe dahı Tâzîden latîf/ Mantıku’t-tayr’ı eyledük aña harîf” (4411)
15. yüzyıl, Fatih devri… 1470’li yıllar… Âşıkpaşazâde tarafından yazılmış Tevârih-i Âl-i Osman’da defalarca “Türk” adı geçiyor. Eserden bazı cümleler verelim:
“Hisar öninde bir Türk buluban tutdılar, hisârun tekürine getürdiler.”
“Mahmûd Paşa karındaşına adam göndürdi kim Semendire'yi Türk pâdişâhına virdüm, didi.”
“Yokarıdagı duran Türk dahı gözükdi.”
“Ve niçe köyler bu Türk halkını gördiler.”
“Bu kâfir eydür: Bu gelen Türk beglerindendü,dir.”
“Eyitdiler kim: Bu Türk'üñ üzerine varalum tâ anı ol aradan götürelüm, hîç adın sanın komayalum. Götürelüm kim anun şerrinden emîn olavuz, didiler.”
“Sordı kim: Dahı Türk var mıdur?”
Yine aynı dönemde yaşamış olan Gelibolulu Za’îfî’nin, Gazâvat-ı Sultan Murâd İbn Muhammed Han adlı eseri II. Murâd devri hakkında önemli bir tarihî kaynaktır. Eser, Sultan II. Murâd hayattayken yazmış, Za’îfî Sultanın meclisinde bulunmuş, seferlerine katılmış ve birçok olayı müşahede etmiştir. Bu eserin birçok beytinde “Türk” kelimesi geçmektedir. Aşağıdaki örnek beyitlerde de bunu görebiliriz:
“Velî ben kulun işitdüm bir erden
Ki Türk Begi çerisin dirmiş irden
…
Didi kim Sâverin’den geçiserem
Kapu Türke ol ilden açısaram
...
Giderler ol gice yarındası hem
Yimeyip hiç Türk’den zerrece gam
…
Çü kâfir gördi kim deryâ dutılmaz
Dahı Türkile oynayıp ütilmez”
16. ve 17. yüzyıldaki İstanbul kadı sicillerini incelerken, verilen hükümler arasında sıklıkla “Türk, Türkî, Türkçe” gibi kavramlara rastladım. (Türk Mahallesi, Türk Mehmed, Türk Ali, Türkî kitâb, Türkî mecmu’a, Türkî ta’bir…) Bunlarla birlikte yabancı asıllı kişiler “Türkçe bilir”, “Türkçe bilmez” olarak tasnif edilmiş. (Türkçe bilir Arnavudiyyü’l-aslım diyen abd-i âbıkı…, Macariyyetü’l-asl Türkçe bilmez Mülâyim bt. Abdullah…) “Türk ve Türkçe” sadece edebî ve tarihî eserlerde değil; sosyal ve hukukî hayatın içinde de yaşıyordu. Yani Osmanlı devrinde de dilimizin adı Türkçeydi. 1547 yılına ait, Üsküdar Mahkemesi tarafından değerlendirilen 232 numaralı bir hükme göre, İstanbul Başıbüyük semtinden Hızır’ın oğlu İbrahim diye bir kişi, Nikola oğlu Yani adlı kişinin evine taş atmış. Nikola oğlu Yani eşi ve oğluyla evde otururken Hızır oğlu İbrahim’in evine taş attığını iddia etmiş. Hızır oğlu İbrahim ise Nikola oğlu Yani’nin kendisine “Bre kelb (köpek) Türk” dediği için bu taşı bir kâfire attığını söylemiş. Bu ferdî bir tepkidir, bugünkü modern Türk kimliğinin anlamı ve muhtevasıyla aynı değildir ancak “Türk” adını koruma bilinci ve refleksi bizim için önemlidir, “Türk” adının 16. yüzyıldaki varlığı bizim için kıymetlidir.
20. yüzyılın en büyük âşıklarından olan Âşık Veysel, “Dünya dolsa şarkıyılan/Türküz türkü çağırırız/Yola gitmek korkuyulan/Türküz türkü çağırırız” dizeleriyle Türk’ün millî şuur ve duygusuna tercüman olmuyor mu? Yoksa Âşık Veysel de “Türküz” yerine “Türkiyeliyiz” mi demeliydi? Yüzyıllardır “Türk” olarak yaşamış, “Türk” olarak hükmetmiş, “Türk” olarak tanınmış bir milleti “Türkiyeli” yapmaya hiç kimsenin gücü yetmez. Böyle biline!