Ülkücü Hareket yıllarca “Esir Türklere Hürriyet” şuuru ve şiarıyla bağımsız, güçlü ve birleşmiş bir Türk Dünyası hayaliyle yaşadı. Sadece hayalini yaşamakla kalmadı, nice ülkü eri gecesini gündüzünü, beynini kalbini, gençliğini geleceğini bu ülküye adadı, şehit oldu, gazi oldu, Turan ülküsünü gerçekleştirmek için mücadele etti. Bir Ülkücü olan babam da çocukluğumuzdan beri bizi Türklük gurur ve şuuru ile yetiştirmeye çalıştı. Aradan yıllar geçti, liseye başlamıştık. Kalbimiz Türk milletinin derdiyle dertleniyor, sevinciyle mutlu oluyordu. Ülkücü Hareketin genç ve aydın isimleri tarafından Bolu Ülkü Ocaklarında verilen seminerlerde tarihimizin ne kadar kadim ve derin, coğrafyamızın ne kadar geniş ve stratejik olduğunu öğrendim. Hüseyin Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” adlı eserindeki “Kür Şad” ruhumu coşturuyor, Ziya Gökalp’ın “Turan” şiirindeki “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan/ Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” mısraları duygularıma tercüman oluyor, Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde, işte birlik!” ilkesinin muhtevasını kavradıkça Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar “Turan” bilinci kazanıyordum. Galip Erdem, Dündar Taşer, Erol Güngör, Necdet Sevinç, İbrahim Kafesoğlu, Mümtaz Turhan, Osman Turan, Necmettin Hacıeminoğlu gibi isimler de ruh ve fikir dünyamı aydınlatıyor, Ülkücü fikriyat ile yetişmemde önemli bir rol oynuyordu. Gönlü “Turan” sevdasıyla yanıp tutuşan Ülküdaşlarımızla birlikte “Anayurt Marşı”nı dilimizden düşürmüyor, “Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Âzer bir boydur/ Karakalpak, Kırgız, Kazak bunlar bir soydur” diye haykırıyorduk. Okuduklarım, dinlediklerim ve şahit olduklarım beni oldukça etkiliyordu: Türklerin tarihte kimi zaman birleştiklerini kimi zaman ayrılıklar yaşadıklarını ancak birleştiklerinde kuvvetli ve kudretli olduklarını, ayrıldıklarında ise gücünü ve hâkimiyetlerini kaybettiklerini anladım. 1300 yıl önce Orhun Abidelerinden gelen sese kulak verdim: “Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay. Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa delinmesi zor imiş. İnce yoğun olsa kırmak zor imiş.” İşte, beni “Turancı” yapan esas fikir bu oldu: “Türklerin cihana kuvvetle, kudretle hâkim olması ve tam bağımsız yaşaması için birleşmesi gereklidir!” Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanınca Hacettepe Üniversitesindeki Ülküdaşlarımızla birlikte “Turan” düşüncesini kamuoyuna anlatmak ve aktarmak için yazıp çizdik, kimileri bizi “faşist, ırkçı” olmakla suçladı kimileri de “hayalperest, ütopyacı” olmakla itham etti. Ancak onların bilmediği bir şey vardı; Başbuğumuz Alparslan Türkeş “Dokuz Işık” adlı eserinde bizim istikametimizi şu veciz sözlerle çizmişti: “Türk Birliği ülküsü, yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve devlet hâlinde, bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkânsız gibi görünebilir. Birçok kimse bunu zararlı bir hayal (ütopi) olarak da vasıflandırabilir. Fakat unutmamak lazımdır ki, her hakikat önce hayal ile başlar.” Yılmadık, durmadık; Dünya Türklüğü gerçeğini ve Turan ülküsünü her yerde anlattık, anlatıyoruz, anlatmaya devam edeceğiz. Üniversiteye başladığımız ilk yıl Kazak, Kırgız, Özbek Türkü pek çok soydaşımızla tanıştık. Onlar yıllardır hasretini çektiğimiz kardeşlerimizdi. Onlarla sık sık bir araya geliyor, uzun zaman sonra kardeşiyle buluşan birisi gibi samimiyetle sohbet ediyorduk. Onların kendilerini “Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar, Türkmen” olarak adlandırdıklarını, aynı şekilde dillerini de “Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Türkmence” olarak adlandırdıklarını fark ettik. Bizim “Türk” dediğimiz insanların birçoğunun kendini “Türk” olarak bilmemeleri, dillerini de “Türkçe” olarak adlandırmamaları karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadık. Bizimle aynı kökten geldiklerini kabul ediyorlardı ancak dil ve kimlik konusunda farklı yerden bakıyorlardı. Biz de “Türk adının sadece Türkiye Türklerinin adı olmadığını, Türkçenin de sadece Türkiye Türklerinin dilini kapsamadığını; Türklüğün hepimizin ortak kimliği, Türkçenin de hepimizin ortak dili olduğu” konusunda onları ikna etmeye çalışıyorduk. Peki, bu insanlar neden kimliklerini ve dillerini ayrı bir kategoride değerlendiriyorlardı? Bu insanların özbeöz Türk olmalarına rağmen Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar, Türkmen vs. boy adlarını, millet adı olarak kabul etmeleri doğal bir şekilde olmamıştır. Bu zorlama ve dayatma bir süreçle gelişmiştir. Bu durum, Sovyet döneminde uygulanan baskı ve asimilasyona dayalı dil, eğitim ve kültür siyasetinin bir neticesidir. Eğer biz onları “Türk” olarak adlandırmazsak bu neticeyi kabul etmiş oluruz. Özbek, Kazak, Kırgız, Tatar, Türkmen vs. adlar birer boy adıdır. Onlara Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen demek yanlış olmamakla birlikte “Türk” daha kapsayıcı, daha şamil bir kimliktir. Biz de Oğuz boyundanız. Ancak “Türk” adını unutmadık veya bize unutturulmadı. “Kazak Türkü” derken Kazak Türklerinin Türk milletinin bir evladı olduğu ifade edilmektedir. “Kazak Türkçesi” derken de Kazakların dilinin Türkçenin aslî bir unsuru olduğu anlatılmaktadır. 1917’deki Bolşevik İhtilalinden sonra özgür düşünce ortamı tamamen yok edilmiş, İlminski’nin yürüttüğü “kültürel asimilasyon politikaları” uygulanarak her Türk boyunun konuşma dili ayrı ayrı yazı dili haline dönüştürülmüştür. Her yazı dili için ayrı alfabe hazırlanarak Türkler arasındaki ilişki koparılmaya çalışılmıştır. Sovyet rejimi tarafından “Siz Türk değilsiniz, ayrı birer milletsiniz, sizin kendi diliniz var.” propagandası yapıldı, Türk aydınlarının çoğu ya katledildi ya hapsedildi ya da sürüldü. Sovyet döneminde yürütülen baskı ve asimilasyon politikasıyla; Özbek, Kırgız, Kazak gibi Türk boylarının kimlikleri Türklükten, dilleri Türkçeden ayrı olarak kabul ettirilmiştir. Bugün bize düşen görev, bu insanların öz kardeşimiz, soydaşımız olduğunu bilmek ve “Türk” olduklarını her fırsatta, her yerde tarihî, kültürel ve bilimsel delilleriyle dile getirmektir.