Gün yeni doğuyordu.
Yerler ıslak, hava nemli, demir renkli bulutlar kuzey batıdan Bolu Dağına doğru akıyordu.
Saat kim bilir kaçtı.
Kaldırımlar suyunu çekmiş, avlan ağaçları yapraklarını çoktan dökmüştü.
Tembel bi güvercin tüneğinde bitleniyor, evin kedisi sokağın köpeğine dikleniyordu.
Bir işçi, kamburu çıkık vaziyette yaprak topluyor, bir çöp poşeti yerden başını kaldırmış sahibini arıyordu.
Bolu caddeleri cıngıl cıngıl ışıktı.
Mevsim kıştı.
Kasım, aralıktan henüz girmiş, kışlıklar kılık kıyafetini çoktan dizmişti.
Rüzgar karayelden esiyor, güneş kara gri bulutların ardından çıkmaya üşeniyordu.
- “Şu uzun gecenin gecesi olsam” türküsünün gününü görmesine dokuz gün kalmıştı.
Kış günü beyaz giymek cesaret isterdi ama kardan adama ne giyse yakışıyordu.
Uzaktan; tarihi mermer çeşmenin altı adım solundan, kuru gürültüye muhtaç altı genç caddeyi enlemesine kapatmış geliyordu.
Boyunlarında zincirleri, kapüşonlu markalı eşofmanları, yüksek ökçeli sesleri vardı.
Hepsi bir birine baka baka yürüyor, bakışlarını bir araya toplayıp sözüm ona caka satıyorlardı.
Afileri ucuzlamış, kışın ortasında havaları yazdan kalmıştı.
Hele içlerinde biri vardı ki; yeşilçamın kötü karakter oyuncularına bile adeta rahmet okutuyordu
Durum vahim, acı halleri ziyadesiyle acıklıydı…
Yürüyüşleri, hareketleri, konuşmaları ağdalı, yürüyüşleri dağlıydı.
Sabahın sisinde dumanında bir garip halleri vardı.
Biri kaşını aldırmış, bir diğeri parmaklarının ucunda yürüyor, bir diğeri at kuyruğunu topluyor, bir diğeri ise tırnaklarını yiyordu.
Altılı grubun ardında şalvarlı biri eğilmiş ıslak mendille mekaplarını siliyordu.
Beyaz çoraplı olanın, yumurta topuklu ayakkabıları, kırk iki paça İspanyol pantolonu vardı.
Sabah erken, şüphesiz bunlar daha ergendi.
- “Su küçüğün yol büyüğün” deyimini hiç işitmemiş olacaklardı ki; yolumda yerli yerimde ilerlerken üstüme üstüme geldiler…
Ahalinin neden savrulduğunu anlıyordum.
Millet beladan kaçıyor, uymaya gelmez diyerek hayıflanıp etraflarından dolanıyorlardı.
Yol geçilmez, halleri çekilmez olmuştu.
Bisiklet yolu iptal olmuş, asfalt bilmediğimiz renklere boyanmış, malum grup caddeyi enlemesine kapatır olmuştu.
La havle çekerek başımı kaldırdığımda; Kadı Camii’nin minaresi bana bakıyordu.
Orada tazime zorlanan Doğu Türkistanlıları gördüm.
O hışımla!!
Yolumdan caymadan! en baştaki İngiliz şapkalı tipsize bozuk attım.
Yılışık bakışına aldırmadan, cümlemi yüzüne, gözümle gözüne vurdum.
O ses nerden geldi, o cesaret beni nerden buldu bilemiyordum..
O diil de!!!
Her hecem alev, her cümlem rüzgar, her satırım kılıç gibiydi sanki!
- Dedim ben yaşlı bir adamım. Hepinize yetemem, içinizde hanginiz dayak delisi ise onu bi güzel döveyim” diye gürledim.
Had, yol, yordam bilmez grubun başı, olmayan başını sallayarak teklifimi kabul etti.
At kuyruklu, sivilceli çocuğu baş parmağı ile işaretleyip, çürümeye yüz tutmuş sakızını ağzında patlattığında…
Çocuk korkudan ayağımın dibine düştü…
Sesten uyanmışım…
Çocuğu düştüğü yerden kaldırmak, uyuyup tekrar kaldığım yerden devam etmek ve bir güzel dövmek istedim.
Olmadı? uyku tutmadı..
Rüyamı bitiremedim.
Ama mevzuya dair cümlemi şudur!
- “Su küçüğün yol büyüğün”
Onu diyorum!!!