Korona virüsü belasının tam içindeyiz.

İnsanlık,

Top yekûn bir imtihandan geçiyor.

Bu sınav!

Ne din,

Ne dil,

Ne renk,

Ne ırk,

Ne milliyet

Ne de devlet ayırt ediyor.

Gözle görülmeyen!

Bir virüse karşı dünyanın çaresizliğine şahit oluyoruz.

Mevzu kişisel,

Mevzu toplumsal,

Mevzu ülkesel boyuttan çıkmış.

Dünyayı saran bir musibet halini almıştır.

İnsanlık buradan büyük dersler çıkaracaktır.

Çıkarmalıdır.

Bu işin şakası, lamı cimi yok.

Şimdilik yapmamız gereken Evde Kal” uyarılarını ciddiyetle dikkate almak.

Aklımızı başımıza almak.

Yoksa! Durum vahim olur.

XXX

Rahmetli annanem, çok abartılı tutum ve davranış gösterenlere,

“Gözünüze gözükecek var” diye seslenir,

“La havle ve la kuvvete illa billah” diye mırıldanır, sonra tespihini çekmeye devam ederdi.

Kafamızı yardığımızda, düştüğümüzde, sağımızı solumuzu yırttığımızda yanına varamazdık utancımızdan.

Virüs falan yoktu o zamanlar, ya da biz bilmiyorduk.

En fazla burnumuz akar, ağzımız dolardı.

Tükürmek nedir bilmezdik de, terbiyemizden yutardık.

O zamanlar sokaklara, mahalle aralarına tükürmek çok ayıp sayılırdı.

Kısa pantolonumun göt cebine konuşlanmış ve dörde katlanmış küçük bez mendile silerdim burnumu.

Annanem güngörmüş bir kadındı.

Hastaları da, hastalıkları da iyi bilirdi.

Nasıl kızamık hastalığını atlattığını,

Nasıl kabakulak olduğunu,

Nasıl çiçek açtığını çok güzel anlatırdı annanem.

Sokağa çıkasım gelmezdi.

Annanem eğlerdi bizi, evde kalmamızın sebebi, keyfimizin kahyasıydı.

Anlatmaya başladığında adeta masalsı bir dünya belirirdi.

Bu bizim için inanılmaz keyifli bir şeydi.

Oda anlatmaktan, dinlendiğini bilmekten sonsuz mutlu olurdu.

Oturun bakayım!

En sevdiği davet cümlesiydi.

Müthiş ikna kabiliyeti vardı.

İstanbul hanımefendisi gibi konuşurdu, işine geldiği zaman.

Ne de olsa yıllarca köşklerde çalışmış bir kadındı.

Pencerenin önündeki begonyaları ile konuşurdu.

Belli etmeden dinler, onlara ne diller döktüğüne kulak misafiri olurdum.

Sularını ve dualarını eksik etmezdi.

Bağışlayıcı bir kadındı ama çekinirdik; üzülmesini istemezdik kısacası.

Nitekim!

Kafamızı yardığımızda,

Ayağımız kaydığında,

Duvardan düştüğümüzde annanemin yüzüne bakamaz olur.

Onun anlamasını umar, oturun bakayım” davetini özlemle beklerdik.

XXX

Oyun düşkünü bir çocuktum.

Çember çevirmek, tornete binmek, gazoz kapağı ve misket oynamak en tutkun olduğum oyunlardı.

Sonra bisiklet ve balık tutmak ile tanışacak, annanemin nasihatleri kulağımdan hiç çıkmayacaktı.

Evde kalmamın tek sebebi nerede ise hep annanem olmuştu.

Nasihati ve duası bol bir kadındı.

Yaşlıydı.

65'in çok üzeriydi.

Çınar gibiydi!

Evin direği değildi ama temeliydi.

Elini öpmeye kıyamazdık.

Kuş tüyünü andıran elleri, gülsuyu kokan yanakları vardı.

Çeşitli ve rengarenk kumaşlardan parça parça dikilmiş iki cepli ceketini üzerinden hiç çıkarmazdı.

Altınlı fesini, çelme çeldiği beyaz çemberini başından eksik etmezdi.

Cebindeki kağıtlı şekeri, ağzındaki duası herkese ulaşırdı.

Eli, dili tertemiz, içi dışı bir kadındı annanem.

XXX

Evde Kal çağrısından,

Evde kalmaya başladığımdan bu yana o günleri hatırlamaya çalışıyorum.

Meğer ne çok şeyler biriktirmiş,

Ne çok faydalar edinmişiz büyüklerimizden.

Çocuktuk,

Okuduk, okutulduk.

Hasta, sare olduk.

Şifa bulduk.

Sırtımıza viks'ler sürüldü.

Vereme, ince hastalığa yakalanmış insanlar duyardık.

Kim o diye sorduğumuzda azar işitirdik.

Ayıp diye bir şey vardı ve virüs henüz icat edilmemişti.

Bademciklerimiz alınır,

Çiçek açar, kabakulak çıkarır, kızamık olurduk.

Gripten nefesimiz kesilirdi.

Ama hiç garip olmazdık.

65 yaşı geçmişlere ve daha yaşlılara gıpta ile bakar,

Biz ne zaman adam oluruz diye telaş eder,

Yanımızda ağzı dualı insanların olmasından kendimizi güvende hissederdik.

XXX

Evde kalmayı, eğlenmeyi bana annanem öğretmişti.

Onun okuma tutkusu müthişti.

Annem de ondan öğrenmiş, üstüne haber dinlemeyi de kendisi eklemişti.

Rahmetli babamın TCDD marka köstekli saati benim evde kalmama sebep, en ulaşılmaz tutkumdu.

Köstekli saatin el yapımı dokusu, saat üzerindeki rakamların geometrisi, akrep ve yelkovanın düzenli dansı inanılmazdı.

Hele saatin makine dairesi akıl alır gibi değildi.

Mutfaktaki sedirde rahmetli öğretmen babam otururdu.

Ben ya yere bağdaş kurar, ya da tahta sandalyeye kurulur, babamın şımartılma vaktimin geldiğini anlamasını beklerdim.

AnlaşıldığındA; gel bakalım” davetine icabet ettiğimde.!

Sedirden taht, babamla benim ortak mülkümüz olurdu.

O vakit yeleğinden kösteği çözer, zincir kösteği ile saati elime tutuştururdu.

Bu iktidarım, annemin sofrayı kurmasına kadar sürerdi.

XXX

Çocukluğum uzun sürdü.

Güzel günlerdi.

Haddimizi de,

Akşam ezanı okunmadan evde olmamız gerektiğini de bilirdik.

Ezan,

Hem biz çocukların oyun ve yemek vaktini,

Hem de yetişkinlerin namaz vakitlerini belirlerdi.

Kasabamızda tin tin” lakaplı bir doktorumuz vardı.

Hem doktordu, hem de aynı yerde eczanesi vardı.

Tin tin muayene eder,

Tin tin yürür,

Raflardan ilacı verir,

Yine tin tin kapıya kadar eşlik ederdi.

Çok kibar bir adamdı.

XXX

Çocukluğumuzda herkes kibar ve beyefendi idi.

İnsanlar da öyle!

Mesela..

Doktorlar öyleydi.

İmamlar öyleydi.

Öğretmenler öyleydi.

İnsanlar onların ağzının içine bakardı.

Hangi ilacı yazacak.

Hangi duayı okuyacak.

Hangi eğitim-öğretim metodunu uygulayacak diye..

Şimdilerde bir tuhaf olduk.

Doktorun, imamın ağzının içine bakacağımıza!!

Onları yumurta gibi tokuşturmaktan mutlu olan, bundan siyasi bir çıkarım umanlar var.

Yazık.

XXX

Akıllı olmalı ve akıllı kalmalıyız.

Çocuklar büyümeye,

Gençler gelime devresinde iken.

En olgun dönemlerini yaşayan 65 yaşındaki ve yaşlılara yapılan yanlışlıklar.

Gayenin dışına çıkmalar,

Salvolar, tersler, düzler, gaflar, kibirler..

Terbiyesizlikler, terbiyesizler..

Korona virüsünden beter hale gelmektedir.

Zira Korona virüsün aşısı nihayet bulunur da!

Bu zafiyetin ve çürümenin aşısı bu gidişle bulunmaz.

Bu hal ve gidiş, gidiş değil.