Bir araya gelmişti maharetli eller. Meslekleriyle, yaptıkları işlerle başlayan sohbette, konu gitti, gitti dayandı ta eski günlere. Zaten memleketlerinden uzakta, kalabalık şehrin içinde yaşam mücadelesi verirken, daha bir başkaydı doğup büyüdükleri topraklara özlem. Hal böyle olunca gözler daldı anılara, çocukluklarına, yaşadıkları yıllara.

Eskiden insanlar sabah saat 3-4 gibi kalkarlar, ellerinde çıralarla, Gaz lambası, idare feneri( şinanay) ışığında, varsa lüks fenerleriyle, tarlaya gider çalışmaya başlarlardı. Tarlada kara sabanla ve hayvanlarla çalışıldığından, güneş doğmadan yapılacak işler halledilirdi.” dedi Raşit Bey.

“Güneş tepeye doğru yönelip de öyle vakti yaklaşmaya başlayınca köye dönülürdü. O saatlerden sonrada evde ve damda yapılacak işler yapılır, ahırlar temizlenir, hayvanların yemliklerine yemler doldurulurdu. Öğleden sonra güneş dağlara doğru yönelince, sıcağın etkisi azalınca, tekrar tarlada kalan işleri tamamlamak üzere giderlerdi. Ardından havanın kararmasıyla köye gelip, otlaktan dönen hayvanları sağarlardı. Fakirlik çoktu o zamanlar.” diye ekledi sözlerine.

“Her şeyin bir değeri kıymeti vardı o zamanlar, ilişkilerde öyleydi.” dedi Suat Bey.

“Ya şimdi!” dedi iç çekerek ve üzüntüyle başını sağa sola sallayarak.

“5-10 hanesi kalan köyde, insanlar birbirine küskün durumda.” Dedi ve devam etti. bu yaşananların nedenlerini açıklayan konuşmasına.

“Kimsenin kimseye ihtiyacı kalmadı ki her şey elinin altında. Cebinde parası, altında arabası var. Yardımlaşma vardı o zamanlar, paylaşım vardı, birlik beraberlik vardı.” dedi.

İsmail Bey'in de o an kendi köyü geldi gözlerinin önüne, kendi çocukluğu ve yaşadıkları.

Bizim de hayvanlarımız vardı” diye başladı sözlerine.

“Hayvanımız doğum yaptığında, buzağı ilk görene ninelerimiz yumurta kaynatırdı. Müjde verdik diye hediye verirdi. O yumurtaları alır, tokuştururduk. Kimin yumurtası kırılırsa, o çürük elma olurdu. Soğan kabuğuyla yumurta boyardık. En güzel yumurta kimin yumurtası diye yarışırdık.” Dedi iç çekerek ve

“Geçmişe tekrar geri dönsek, ne olurdu?

Olmaz mı?” diye sorarken, özlemini öyle bir dile getirdi ki. Herkesin yüzüne aynı hüzün, gözlerine aynı özlem oturuverdi bir anda.

“Misafir için ayrı hayvanlarımız olurdu” Diyerek başladı İsmail Bey tekrar anılarını anlatmaya.

“10 horoz varsa onlar bekletilir, misafir geldiğinde o horozlar kesilirdi. Yumurtlamayan tavuklarda misafir için kesilirdi. Misafir için kaldırılanı kendimiz yemezdik. O özeldi. O dönemlerde bencillikte yoktu. Karşında ki insanı, geleni düşünürdü herkes. Rahmetli dedem sağlığında, köye devlet dairesinden, valilikten, orman işletmesinden bir ormancı ya da yabancı geldiğinde, bizim eve getirirdi. Salonda büyük bir sofra kurulurdu, diğer odada da üç tane daha sofra kurulurdu. Kuruluk, hayat dediğimiz yerlerde, evlerin avlusunda, altında da börekler, yemekler yapılırdı.”

“O zamanlar birlik beraberlik apayrıydı. Ramazan boyunca köylü hoca tutardı. Bu hocaya bir ay köylüler bakardı. Sabah kahvaltısını biri, öğle yemeğini biri, akşam yemeğini de biri getirirdi. Köyde ki yaşlıların gençleri başka yere, büyük şehirlere çalışmaya gitmişse, yanında kimsesi yoksa yalnız yaşıyorsa ve ona bir misafir gelmişse, bütün köylü o yaşlı komşusunun misafirine sini sini yemek getirir, ağırlardı.”diyerek o günlerin saygı, sevgi, yardımlaşma, dayanışma içinde en güzel zamanlar olduğunu vurguladı İsmail Bey de.

Herkesin anılarında yaşayan zamanları vardır. Bizler o zamanları yaşadık, şimdi o zaman dilimleri de bizim anılarımızda yaşamını devam ettiriyor. Teşekkürlerimi sunuyorum, anılarını benimle paylaşan Raşit Özkan, Suat Çelik ve İsmail Özsoy Bey'lere.

Sevgi ve saygılarımla..

Fatma Marmara.