Okumak mühim.
Az maz değil, epeyce mühim.
Açtığımız iftarlarda, kıldığımız namazlarda, yediğimiz sahurlarda, ettiğimiz dualarda, durduğumuz teravihlerde dua okuyor, el açıp amin diyoruz.
Ramazan ayımızın manevi hazzıyla..
Rabbimden.! Kendime merhamet, kalemime kuvvet dilenerek yazıyorum.
Geçtiğimiz günlerde,
İlim ve kültür dünyamızın çınarlarından Prof. Dr. Semavi Eyice vefat etmişti.
Elbette;
Bıraktığı eserler tarih, şehir ve medeniyet tasavvurumuzu beslemeye devam edecek.
Tarih mühim, şehir mühim, medeniyet mühim, ramazan ayı mühim.Yaşadığımız tarih kadar, geçmiş tarih de mühim.
Prof. Dr. Semavi Eyice'den bahisle, tarih, şehir, kültür, medeniyet derken..
Elim, gözüm vaktim.!
II. Mahmut dönemine kadar uzandı.
Oradan da;
Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan, Ramazan ayının hürmetli ve bereketli kapısı..
Dürrîzâde Şeyhülislam Abdullah Molla'ya kadar vardı/götürdü.
Dürrizade'nin Hoşafına kadar dayandı.
Kitaplarınız varsa; onlar, zaman makinesinden hızlılar.
Ya tarih size geliyor ya da siz tarihe gidiyorsunuz.!
Sonra başlıyorsunuz yazmaya..
“Dürrîzâde Şeyhülislam Abdullah Molla, servetinin yanında, elinin çok açık olması ve kibarlığıyla şöhret sahibi biridir.
200 yıl Osmanlı İstanbul'unun önde gelen ulemâ ve kibar ailelerinden olan Dürrizâde'ler.!
Üsküdar Paşakapısı'nda, sahilden Doğancı'ya kadar yayılan konağı, geniş bahçesiyle, küçük bir sarayda yaşamaktadır.
Bolluk ve cömertlik içinde yaşamayı sürdüren Dürrizade Abdullah Molla'nın; iyi yemeklere ve inceliklere düşkünlüğü Sultan II. Mahmud'un kulağına gider.
Söylenenlerin doğruluğunu görmek maksadıyla, Dürrizâde'nin iftar sofrasına misafir olmaya karar verir.
Dürrizade'nin nâmı, üç kıtaya yayılmış, Osmanlı İmparatorluğu'nun da dışına kadar taşmıştır.
Avrupa ülkelerinin sefirleri bile, Dürrizade'nin kibarlığına, zarafetine, dikkat ve ikramının bolluğuna hayran kaldıklarını anlatırlar.
Namazını Mihrimâh Sultan Camii'nde eda eden hükümdar, bir süre cami çıkışında sohbet ettikten, caminin denize nâzır cephesindeki Nizamiye Karakolunu denetledikten sonra.!
Bir sandalyeye oturarak denizi seyreder. Akşam ezanına yarım saat kala Doğancılar Yokuşu'na doğru yönelir.
Dürrizâde Konağı'nın önüne geldiklerinde, ezana on dakika vardır.
Şeyhülislâm'ın konağındaki kâhya, Sultan Mahmud Han ve yanındaki kalabalık devlet erkânını görünce, korku ve telaşa kapılır.
O akşam Şeyhülislâm Dürrizâde'nin iftar daveti yoktur. Bu yüzden, yemekler sadece hane halkına yetecek şekilde yapılmıştır.
Kâhya, telaşla hizmetkârlara talimatlar verir ve Dürrizâde'ye koşar.
Sultan'ın ve kalabalık bir refakatçinin avluda olduğunu söyler.
Şeyhülislâm, gayet sakin bir edayla gülümseyerek, "Telâş etme yahu! Hoş geldiler, şeref ve safalar getirdiler" der ve ekler.
"Benim yemeğimi Sultan'a verin.
Orta yemeği, gelen misafirlere verilsin.
Ondan evvel gelmiş olanlara harem dairesine çıkacak yemeği verirsiniz. Haremdekilere de, başka yemek çıkarılsın.!
Böylece hiç telaş edilmeden, herkes iftar zamanı sofraya oturur. Dürrizâde ile sultan bir sofrada, diğer erkân avludaki diğer sofralara otururlar.
Haber verilmiş olsa ancak bu kadar hazırlık yapılacağını bilen Sultan ve refakatindekiler bu işe akıl erdiremezler.
Yemekler nefis, hizmet kusursuzdur. Padişah da dâhil olmak üzere, hiç kimse o akşam böylesi bir iftarı akıllarından geçirmemiştir.
Yemeklerin konduğu kapların her biri, el sanatının birer şaheseridir. Ancak pilavla birlikte gelen hoşafların konulduğu cam kâseler göze batmıştır.
Hoşaf kâseleri beğenilmemiştir amma kâseler gösterişli olmasalar da, içindeki amberli hoşafın lezzet ve soğukluğuna söyleyecek söz yoktur.
Yemekten ve duadan sonra, hayret ve hayranlığını Şeyhülislâmına sunan ve büyük iltifatlarda bulunan Sultan, merakına yenik düşerek sorar;
"Hocam, hepsi çok iyi de, şu hoşaf taslarını beğenmedim. Onca nadide kap-kacak arasında sakil durdular. Daha kaliteli cam kâse bulamadın mı ki, bize hoşafı bu taslarda sundun" der.
Dürrizâde; hem mahcubiyetle hem de kendinden emin haline tebessümünü ekleyerek,
"Sultanım efendim. Hatamızı hoş görünüz. Hoşafın tadı ve lezzeti bozulmasın diye buz parçacıklarını kâselere attırmıyoruz.
Kâseyi buzdan yaptırıp, hoşafı buz kâseye koyuyoruz" der.
18. yüzyılda bu catering hizmeti inanılmaz bir şey.
Dürrizade'nin Hoşafı ve buzdan kâseler.
Masal gibi.