Yıllar önce;
Bir bahar günüydü.
Bir gurup olarak köylere ziyaretler gerçekleştiriyoruz.
Herkes itiyatları, alışkanlıkları, ihtiyaçları noktasında işinde gücünde.
Kimi bahçesine çit tutuyor,
Kimi tarla sürüyor,
Kimi tavukları, ördekleri ile haşır neşir.
Uzakta hayvan otlatan kadınlar, ellerinde örgü şişleri ile bir şeyler eğirmekte.
Bahçesinde odun parlayan, kesen aşina yüzlerin terlerini, ellerinin tersi ile bertaraf ettiklerine şahit oluyorum.
Ağaçlar çiçek açma nöbetlerini tamamlamış, yapraklar hafif yel esintisinde sanki el çırpıyorlar.
Bir köy evinin kapısına vardığımızda;
Bahçe kapısından içeriye girmekte çekindim ki;
Ayaklarım bile çekincemi anlamış hallerinde gitmiyor.
Bahçeden girişinden itibaren çepeçevre bir disiplin, gizli bir kontrol söz konusu sanki.
Tutulan darabalarda hesaplı bir işçilik hakim ve gıcır.
Avluda tek bir canlı hayvan yok.
Geometrik dizilmiş saksılar,
Renk renk çiçekler.
Bir boy kesilmiş çimenler.
Vernik kaplı, şıngıllı bir kameliye.
Çimenlerin üzerine dizilmiş, yol maksatlı çakıl taşları.
Kağıt üzerinde çalışılmış, sanki iç mimar (aslında dış mimar) tarafından dizayn edilmiş hissi veren bir atmosfer.
İlk bakışta imreneceğiniz bir bahçe.
Her köşesi ayrı bir özellik taşıyan fotoğraf karelerinin bile rastlamakta zorlanacağınız bir bahçe işte.
Bu disiplin, bu bahçe her nedense beni tedirgin etmişti.
İçeri girdiğimde bir şeylerin bozulacağı, bir şeylerin ters gideceğini hissediyordum.
Nitekim öyle de oldu.
Bahçede, yaşlı bir kadın ve erkek başlarını kaldırmadan, küskün küskün bir şeylerle meşguldüler.
O bahçenin güler yüzü zerre kadar gönüllerine yansımamış olmalı idi ki;
Yüzleri asık, ketum hallerine bir şey kondurmadan selam verdik.
Hiç istiflerini bozmadılar.
Bahçeye adım atar atmaz.
“Çimenlere Basmayın” dediklerini hatırlıyorum.
Hafızam gitmiş,
Bahçe içinde kaybolmuştum.
Çimen ve çiçeklerle tanış bu iki orta yaş üstü insanımızın, insanlara olan uzaklığına şaşırmış,
Bu iki insanın yarattığı onca güzellik içinde, nasıl kaybolduklarına dair bir işaret bulamamıştım.
Şehirde, metropollerde kaybolmayı,
Büyük şehirlerdeki yalnızlığı bilirim de..!
Bu iki insanın köyde, hem de kendi bahçelerinde, evlerinin dibinde kaybolmalarına çok üzülmüştüm.
Hala daha üzülürüm.
Toprağa, çiçeğe, ağaca, taşa bu kadar yakın olup; insana yabancılaşmayı nasıl başarabilmişlerdi.
Zorla kurulan cümlelerin ardından, emekli olduklarını, köye yerleştiklerini öğrenebildiğim bu insanların,
O kadar güzel bir bahçeyi dizayn edip,
Gelen misafirler ile onu paylaşmaması,
O yeşillikleri,
Çiçekleri,
Kıskanması nasıl bir ruh haliydi hala bilemiyorum.
Toprağa değmek,
Börtü böcekle haşır neşir olmak,
Çiçeklerin her çeşidini yetiştirmek demek ki yetmiyordu.
Çiçeklerini,
Çimenlerini, kıskanan bu iki yaşlının, çevresine ve insanlara küskün bu hallerinden ne paydalar çıkarılmalı hala kestiremiyorum.
Bahçede birkaç köpek, tavuk, ördek olsa idi durumları değişir miydi.?
Sanmıyorum.!
Ve Fakat;
Oradan ayrılırken, saksıdaki sardunyaların bize doğru mahcubiyetle gülümseyişlerini fark ediverdim.
Damağımın kuruduğu hissi ile yutkundum.
Kökleri saksıdaki toprağa kelepçeli hallerinde…
El sallıyorlardı.
Not:Yer zaman mekan insanlar ve çiçekler tamamen hayal ürünüdür..