Gıdığını olabildiğince germiş, başını alabildiğine uzatmıştı.
Burun delikleri ıslak, dili dişlerinin arasında oynaktı.
Güneşin tam koynuna düşmüş haliyle, kah böğürüyor, kah höykürüyordu.
Başını kontrolsüz şekilde yanırına doğru savuruyor,
Olmadı.!
Kuyruğunu, şaklamaya hazır bir kırbaç gibi kaldırıp, dizlerine, bacaklarına, besili butlarına ha bire vuruyordu.
Kocaman memelerine aldırmadan çayırın ortasından boynunun doğrusuna,
Ön ayaklarından hız alıp, arka ayaklarıyla çifteleyerek ha bire zıplıyordu.
Süt torbası patladı patlayacaktı.
Burnundan köpük, ağzından sular geliyordu.
Böğürmekten sesi kısılmış, acı/korku arası kıstırdığı kuyruğunu apışına yapıştırmıştı.
Sütü, daha sağılmadan bozulmuş, tarlanın sırtına sardığında; böğelek'e yakalanan bu Amerikalı (holstein) çoktan sınırı aşarak gözden kaybolmuştu.
Bense;
Başımda şapkam, bisikletin selesine otura kalka tepeyi aşmama az kalmıştı.
Ter, sırtımın omur çukurundan aşağıya dere kıvamında akıyor, gözlerime kaçan tuzlu ter damlaları canımı yakıyordu.
Bu yolculuk ne zaman başlamış ne zaman ben buraya varmıştım..! Gördüğüm bu siyah alaca, bu puanter kılıklı inek, ne zaman honştayn (okunuşu) olmuş, ne an cız tutmaya durmuştu bilemiyordum.
O sıra,
Ağzımda bir esneme, ensemde bir ağırlık peydah oldu ki; bıraksam kendimi oracıkta uyuya kalacaktım.
Tepeyi aştığımda, ardına bakmadan koşan ineğin böğürmesi, höykürmesi hala karşı yamaçlarda yankılanıyordu.
Höyküren ineğin sesi toprağa temas ettikçe, yer/gök kuruyor, çimenler sararıyor, çiçekler dibine düşüyordu.
Benim bulunduğum yamaçta ise;
Çimenlerin arasından seviyor/sevmiyor çiçekleri, beyaz papatyalar baş kaldırmıştı.
Al gelincikler tarlalara yayılmış, günebakanlar bir nevi kalkan olmuştu.
Kınalı kuzular al gelincikleri öpüyor, sonra papatyalara selam durup, günebakanları kuşanıyorlardı.
Bir çoban amca kınalı kuzuları sayıyordu.
Yanındaki nineciğim, kuzularının nemli burunlarını sıkıyor, kulaklarından tutup gözlerini gözleriyle buluşturuyor, onları öpüyor/kokluyor okşuyordu.
Hava açık ve berraktı.
Keçi yolu dar, varacağım yer epey bir uzaktaydı.
Bisikletten indim.
Az ileride, tarlanın ortasındaki döngel (beşbıyık) ağacının gölgesine sığınırken şöyle bir bakındım..
Yere, göğe az ileride akan suya.!
Tabiat kendine gelmiş;
İki kara böcek, malum ineğin az önce bıraktığı içi buğday dolu bok'tan, ayırdıkları misketi yuvarlamaya çalışıyordu.
Karıncalar her zaman olduğu üzere kan ter içindeydiler.
Çaydaki balıklar suyun üzerine çıkıp, karaya ayak basmak üzereydiler.
Çekirgeler sanal asma bir köprü kurmuşlardı sanki havada.
Ateş böceklerinin şimşekleri çakıyordu.
Yamaçtaki iki köyün camii minarelerinden karşılıklı salalar okuyordu.
Bereketli ve hareketli bir gündü.
Amerikalı Holstein dereyi çoktan geçmişti. Kaçıyor muydu, uçuyor muydu belli değildi.
Kuyruğu hala dik, böğürmesi dağları deliyordu.
Yapacağım işi unutmuş, ineğe hasta olmuştum.
Bir nevi ileniyordu.
Bu Holstein'in yeşile çalan kürk derisi garibime gitmiş,
İtalyan yapımı Fedirico Fellini'nin meşhur Amarcord” filmi aklıma gelmişti.
Tabii bir de faşist Mussolini.
Akla gelmeye başlayınca,
Zihnimi asla durduramam, biçareyimdir bi manada.
Şu siyah alaca et ineği, nasıl süt ineği olmuştu mesela.
Amerikan western filmlerinde hiç süt ineği olmazdı, boynuzlu öküzler oynardı evvela.
Silahını bir süt ineği için çeken kovboy hiç görmemiştim.
Cız tutan bir ineği beyaz perdeye hiç vermedi keranacı kameraman
Şu Amerika çok komplocu ve dahi hollywood çok senaryocu.
Zihnimi durduramıyorum usta.
Şu marshall yardımı dedikleri süt tozları,
O yıllarda derslerimize giren ve adları barış gönüllüsü olarak bilinen İngilizce öğretmenleri.
Yıl 1966.
Ortaokulda derslerimize girerlerdi.
Uzun boylu Mr. David ve etli butlu Mis Karen.
İşte o yıl ve saatlerde, ilkokuldaki kardeşlerimiz kocaman tencerelerin önünde süt tozu kuyruğunda beklerlerdi.
50 yıl geçti.
Amerika boş durmuyor.
İnsan olarak giremediği yere/ülkeye..
İneklerini, böceklerini, kenelerini sokuyor.
Kolasını içiriyor.
Sütten ağzımız yandı bi kere.
Ey Amerika.. Ey İngiliz..
Siyah Alaca, nasıl geldi bu kıvama..
Bilmiyor değiliz.