Annem…

Aylardan sonra ilk kez sosyal medya tarzı kısa kısa değil de uzun uzadıya bir şeyler yazabilmek umudu ile oturdum bilgisayarın başına. Duygularımı kelimelere salim kafa ile dökebilmemin yegâne şartı, her şeye ilaç olduğu yönünde genel kanı hâsıl olmuş olan zamanın, içimdeki yarayı biraz olsun kabuklandırabilmesi idi sanırım.

Nisan ayının başında annemi kaybettim. Kabullenmesi, yazıya dökmesinden daha zordu benim için. Dile kolay; tam kırk yıldır acı-tatlı birçok şeyi, en önemlisi de hayatın çok büyük bir bölümünü paylaştığım insanı, annemi aniden kaybetmek çok ama çok yıprattı beni. Fatma Hatun Hastanesi doktorlarından Gürkan Bey'in, yoğun bakım odasından çıkıp, camlı kapılardan geçerek yanıma gelmesi ve çaresiz gözlerle “Hastamızı kaybettik. Başınız sağ olsun!” demesi ile sanki bir anlığına benliğim vücudumu terk edip güm diye geri geldi. Tarifi imkânsız bir histi ve düşmanımın bile bu durumu yaşamasını istemem açıkçası. O ilk anda ağlayamasaydım sanırım çatlardım. Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insanoğlu. Ancak her ölüm erken gerçekleşmiş gibi hissediyoruz nedense.

Dedim ya; kırk yıldır beraberdik annemle. Ben altı aylık bir bebekken eşinden ayrılıp tek başına beni yetiştirmeyi seçmiş, bu süreçte ne benim ne de ailesinin yüzünü hiçbir zaman yere eğmemişti bu kırk yıl içinde. Bizim toplumumuzda eşinden ayrı erkek çocuk yetiştirmeye çalışmanın bütün zorluklarına göğüs germiş, arkadaşım Ersin Danışman'ın deyimiyle “hiç kimseye eyvallahı olmamış”tı. Bu onun tercihiydi elbette ama yaptığı seçimden dolayı ne bir pişmanlığı vardı ne de bir “acaba”sı. Kırk yıl; neredeyse bir ömür mesafesi…

En ilginci de sevgili dostlar, annemin tam da doğum günümde Hakk'a yürümesiydi sanırım. Evet, kırk yıl önce; 1974'ün soğuk bir 4 Nisan sabahında beni dünyaya getirmişti ve kaderin garip bir cilvesi sonucu kırk yıl sonra yine bir 4 Nisan gününde beni bırakıp upuzun, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmıştı… İş arkadaşım ve sevgili dostum Raif Aksoy'la cenazenin birkaç gün sonrasında yaptığımız sohbette fark ettiğimiz bir ayrıntıyı da sizlerle paylaşmak isterim. Dedim ya; doğum günümde kaybettim annemi. 1974'ün ve 2014'ün 4 Nisan zaman tablolarını çıkarıp üst üste koyduğumuzda fark ettiğimiz ayrıntı şuydu:

Annemin kırk yıl önce doğum sancısı çekmeye başladığı vakitle, ağırlaşıp onu hastaneye kaldırdığımız vakit neredeyse aynı vakitti. Rahmetli anneme sorduğumda beni sabaha karşı beş-beş buçuk gibi doğurduğunu söylerdi. Belki de yoğun bakımdaki en kasvetli saatler de sabahın o saatleri, beni doğurduğu anki saatlerdi. Ve ruhunu teslim ettiği vakitler ise doğum bittikten sonraki ilk nekahet vakitleri… Tasarlasan olmaz!

Derler ki sevdiği birini kaybeden kişinin kalbinde kırk mum yanar ve her gün bu kırk mumdan biri sönermiş. Ta ki tek bir mum kalana dek… İşte o tek mum hiç mi hiç sönmezmiş; insan kaybettiği sevdiğini unutmasın diye… Tam beş ay oldu annemin naaşını toprağa emanet edeli. O tek mum hala yanmaya devam ediyor. Bazen haddini aşıp meşale gibi dağlıyor içimi, bazen de usul usul, titrekçe yanıp unutturmaya yüz tutuyor…

Sevdiklerinizin kıymetini bilin dostlar, onlar yaşarken. Zira elbiselerine sinmiş kokuları, onları kaybettiğinizde yetmez oluyor bir zaman geldiğinde… Sevgilerimi sunuyorum değerli okurlarım…