İki elimizi yan baldırlarımıza vurarak çırpınır hallerimizde çaresizliğimize sabır çekiyoruz.

“Ah babam babam, o senin sıcak ocağında

Ah anam anam, al beni kucak kucakla”…………..

Müsiad tarafından tüm Ramazan ayı süresince verilen iftar yemeklerinden birinde,

Ak Parti İl Başkanı Sayın Yüksel Coşkunyürek,Teşkilat Başkanı Zekai Öztürk, Medya Tanıtım Başkanı Melih Demirci ve Yönetim Kurulu Üyesi İsmail Erkan birlikte olduk.

Akşam ezanı okunmaya başladığında yüzlerce vatandaş ve bizler aynı duygularla ve huzurla oruçlarımızı topluca açtık.

Herkes gibi, aynı yemeğe, aynı çorbaya ve aynı pilava kaşık saldık.

Şükür ettik, dua için ellerimizi açtık.

Açtık…

Sabır için,

Açtık…

Şükür için,

Nefsimizin terbiyesi için açtık.

Orucumuzu açtık; ana kucağından, baba ocağından uzaktakilerle…

İftar çadırında buluşmalara vesile olanlara, katkı verenlere ve Müsiad'a, oruç açanlara/açtıranlara teşekkür ediyorum.

Bana/bizlere şükür etmemiz gerektiğini hatırlatanlar sağ olsunlar.

İftardan sonra çay içmeye davet edilmiştik.

Ahmet Uzun (Dış İlişkiler Başkanı) ağabeyimizin Rize'den misafiri geldiğini bildiğimizden, Han Mahal'e hareket ettik.

Ahmet Ağabey ve misafiri Nusret Bayraktar (İstanbul eski milletvekili/Beyoğlu Belediye Başkanı) bizi güler yüzleri ile karşıladılar ki;

İftar sonrası içilen çaydan öte; hoş bir muhabbetin baş aktörleri oldular.

Nusret Bayraktar ile ilk defa tanışmış olmam sebebiyle muhabbetini bilmiyorum.

Esprileri, sıcak mı yoksa soğuk mu yenir?

Muhabbeti ara sıcak mı? Yoksa altı üstü yanmış ızgara tadında mı?

Konuşmaları dilimizi mi yakar, yoksa kulağımızı mı çeker hiçbir fikrim yok.

Birinci çayımız henüz bitmemişken, tamamen sohbete odaklanmış hallerimde; bir baktım ki onu dinlemekten mutlu oluyorum.

Konuştuklarını, verdiği örnekleri, anlattığı fıkraları buraya yazmaya kalksam ve onlardan parantezler açsam günler yetmeyebilir, sayfalar almayabilir.

Ve fakat…

İyi bir hatip ve bağlantıları da, örnekleri de kuvvetli.

Tespitlerinin yanılgısı az.

Tevazu yüksek, kibir hiç yok.

Dünya adamı ve kavrayıcı... Ayrıştırıcı değil, birleştirici bir yanı var.

Tutkal gibi.

Nitekim konuşmalarının inceliğine ve gözlerinin samimiyetine yapışmış kalmıştım.

Konuşmasının orta yerlerinde bir yerlerde bir tespitte bulundu ki; yüzde bir milyon haklı idi.

Ülkemin derdini de çaresizliğini özetleyivermişti.

“ANA KUCAĞI”

“BABA OCAĞI”

“OYUN”

Bu üç başlığı öyle bir açtı, öyle bir yoğurdu, araya bir iki çay yudumu ile öylesine örnekle masaya koydu ki;

Bu ağırlığı, dolayısıyla bu zaafı köşe yazımda anlatma sorumluluğu hissettim.

Bu üç başlığı şimdiki çocukların olmazsa olmazı İNTERNET” ile karşılaştırıp sonuçlarını telaffuz ettiğinde içim buruldu, ağzım kurudu.

Şimdiki çocuklar tercih noktasında dedi;

İNTERNET için;

Önce BABA'yı eliyor.

Sonra ANNE'yi,

Daha sonra OYUN'u elden çıkarıyor.

Onlar için varsa yoksa İNTERNET”

Sayın Nusret Bayraktar, sanal dünyanın, ana kucağını da, baba ocağını da, oyun alanlarını da teslim aldığını, yüzü kırışarak, sesi titreyerek anlattı anlattı.

Bu minvalde uzun süren bir sohbet oldu.

Siyasetten, ekonomiden, seçimlerden, sosyal yaşantıdan her şeyden ama her şeyden konuşuldu.

Hakikaten değerli fikirleri olan, kendini de o derece iyi yetiştirmiş hatip bir kimlik olarak karşıma çıkan Sayın Bayraktar'ın,

Yıllar önce karşısına çıkan ve birlikte milletvekilliği yaptığı Yüksel Coşkunyürek başkandan övgü ile bahsetmesi, onun hizmet odaklı çalışmalarına değinmesi güzeldi.

Sayın Bayraktar'ı orada bırakarak ama anlattıklarını kulağımıza küpe yaparak ayrıldıktan sonra düşündüm.

Halbuki;

Bir ana kucağı, bir baba ocağı, bir internet için değişilir miydi ki.

Hele vazgeçilmez oyunlarımız, hani gerçek o sokak oyuncu arkadaşlarımız, bir sanal dünya için terk edilebilir miydi.

Ana kucağının sıcaklığını, baba ocağının o güvenli hallerini ve de çocuksu özgürlüklerimizin limanı oyunlarımızı nasıl terk edivermişiz.

Yanağımızda ne anne sıcaklığı, yüreğimizde ne baba cesareti, ne de oyunlarımızın yaratıcılığı kalmış.

Soğuk ve sanal dünyanın esiri olmuş elimizden sabun köpüğü gibi kayan kaybolan çocuklarımıza bakıyor,

İki elimizi yan baldırlarımıza vurarak çırpınır hallerimizde çaresizliğimize sabır çekiyoruz.

Halbuki çare var. Hemen yanı başında ana kucağı, az ileride baba ocağı var.

Eğer bir de çok oyun bilen öğretmenlerimiz olur da, çocuklarımıza internete alternatif oyunlar öğretirler,

Öğrenmede oyunu metot olarak benimserlerse belki..!

Maneviyatın sıcak derinliğini keşfeder olurlarsa belki.!

Anne ve baba duasını almayı bilir olurlarsa belki.!

Geleneklerimizi unutmaz, büyük ve küçüğümüzü bilir ve sayarsak belki.!

Daha çok belki'lerimiz var şüphesiz.

Ama şüpheniz olmasın internet” denilen bu sanal soğuk dünya..

Ana kucağının sıcacık yerini asla tutamaz.

Onun sıcaklığı, maneviyatı, dokusu, kokusu, yumuşaklığı hiçbir şekilde doldurulamaz.

Ana kucağı, üşüdüysen ısıtır, yandıysan soğutur, köpürdüysen söndürür, ıslandıysan kurutur.

Ana kucağı, diğerlerine eş tutulmaz, emsalleri ile mukayese esilemeyecek kadar büyük manalar taşır.

Dokuz ay on günden çok daha fazla, bir ömürden daha çok yük taşır, yük alır ana kucağı.

Yine hiç şüpheniz olmasın internet” denilen bu sanal soğuk dünya..

Baba ocağının güvenilir yerini de asla tutamaz.

Ne bir saray, ne bir malikane ne de başka devasa barınak nasıl tutsun ki.?

Baba ocağı; yanan ateş, kaynayan çorba, üstündeki yorgan, ayağındaki çödük, üzerindeki mintan, damdaki oğlak, tarladaki saban, bahçedeki mısır,

Her öğün böldüğün esmer tenli somun ekmeğidir vesselam.

Ana da baba da sokaktaki oyunlara karşı değillerdi eskiden.

Bakıyorum

O sıcak ana kucağı da,

O güvenilir baba ocağı da

“İNTERNETE” karşılar.

Ya çarşı,

Ya mahalleli karşı mı?