Varını yoğunu harcayıp, oğlunun düğün hazırlıklarını tamamlamıştı sonunda. Tamamlamıştı tamamlamasına da, imanı gevremişti. Bankadan çektiği krediyi nasıl ödeyeceğini düşündükçe uykusu kaçıyordu geceleri. Bir aldıysa üç ödeyecekti geriye. Düğün bitse rahatlayacaktı Hasan. Biricik oğlu için bu sıkıntıları çekerdi elbet. Oğlu ve gelin kızı mutlu olsundu. Düğün-dernek Anadolu insanının boyun borcuydu. Zengini-fakiri önem verirdi düğünlere.

Gerçi son zamanlarda adetlerde değişmişti ya tıpkı mevsimler, iklimler gibi. Bunları düşünerek yolda yürümeye devam etti. Davetiyeleri bırakmayı sona bırakmıştı. Çarşı içinden geçerken tanıdığı esnaflara davetiyeleri dağıttı. Davetiyeyi alan insanların tavırları farklıydı. Kimi canı gönülden alıyor, mutluluklar diliyor; kimisi de iğreti bir dilekle yetiniyordu. Olsundu. O görevini yapsın, gerisi onlarındı. Gönlü hep yemekli bir düğün istemişti ama imkân meselesiydi. En sona işyerini bırakmıştı. Uzun bir izin almıştı. O nedenle de düğün hazırlıklarını yaparken zorlanmamıştı. Arkadaşlarıyla sohbet ettikten sonra davetiyeleri dağıttı. Arabası olanlardan gelin alma için gelme sözünü aldı. En sona müdürü kalmıştı. Vermemek olmazdı. Onu da bıraktıktan sonra evine doğru yola çıktı.

Mahalledeki komşularına da davetiye dağıttıktan sonra evine gitti. Karısı Emine ise bütün gün ev işi yapmış ve yorulmuştu. Bir köşeye uzanmış dinleniyordu. Kadını çok çilekeş biriydi. Yoku var eder, hiç şikayet etmezdi. Hasan'ı görünce kalktı. Dağıttın mı Hasan davetiyeleri?' ‘Dağıttım Emine! Fakat çok yoruldum. Yemeğin var mı? Yoksa atıştırırım biraz. Şimdi hazırlarım sofrayı. Sen dinlen biraz”

Hasan dinlenirken sofrayı hazırlamıştı Emine. O sırada çocukları Ahmet işten gelmiş, İnci de arkadaşlarından gelmişti. Sofraya oturdular, yemeklerini yediler. Yemek boyunca Hasan, kafasındaki endişeleri kovmaya çalışıyordu. Abarttığının farkına yeni varıyordu. Büyük bir salonla anlaşmıştı. Ne gerek vardı o kadar büyük salon tutmaya. Kendine kızdı. Etin ne budun ne diye. Emine fark etmişti Hasan'ın durgunluğunu. Hasan ne bu halin. Neyin var?” Hayırlısıyla şu düğünü yapsak. Onu düşünüyorum. Pişman oldum. Çok büyük tuttuk salonu. Ya gelen olmazsa? Boş ver düşünme. Allah yardım eder.” Biraz rahatlamıştı. Olan olmuş, geriye dönüşü yoktu artık.

Düğün günü gelmişti. Gençlerden çok aileler hem heyecanlı, hem de telaşlıydı. Mahalleli ve akrabalar evlerinin bahçesinde toplanmıştı. Arkadaşlarına güvenerek otobüs ayarlamamıştı. Fakat ne gelen vardı, ne giden. Mahallede araba sayısı, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Telaşla en yakındaki taksi durağından beş taksi getirtti. Akrabalarında da dört araba vardı. Etti dokuz araba. Konuklar arabalara sıkışık bir halde bindikten sonra yola çıktılar. Üç sokak öteye gitmişlerdi ki orada gösterişli bir evin önündeki kalabalık dikkatini çekti. Tanıyordu o evin sahibini. Zengin bir esnaftı. Kapıdaki arabalar dikkatini çekti. Tanımıştı arabaları. Arkadaşları oradaydı. Oysa ona söz vermişlerdi. Göz çukurlarında biriken bir iki damla yaşı kimseye göstermeden eliyle sildi.

Düğün salonuna biraz geç kalmışlardı. İçeri girdiklerinde gözlerine inanamadı. Davetiye veremediği tanıdıkları gelmişti. Düğün başlamış ve o mutluluktan pistten ayrılmamıştı. İzin dönüşü görevine başladığında daha farklı düşünceler içindeydi. Oğlum Hasan, akıllı ol. Zenginin düğünü de, cenazesi de kalabalık olur. Bunu mu takıyorsun kafaya. Boş ver. Salla gitsin. Düğünse yaptın, ölsen de zengin de aynı yere sığacak, sen de aynı yere… geçirdi içinden. Neşe içinde çalışmaya başladı.