La Fontaine denilen O hıyara söyle…
Hatırlar mısınız filmleri; sonunda hep doğrular kazanırdı.
Filmin kahramanı;
Önüne konulan parayı, kendisine verilen makamı, ya da yamanmaya çalışan o güzel kadını reddeder,
Fakir ama onurlu hayata doğru yalnız başına giderdi.
İşte o anda ayağa kalkar ellerimiz patlayıncaya kadar, ‘helal olsun, helal olsun!' der alkışlardık.
Filmin sonunda geç kalmış olsalar bile, suçluları yakalamaya polis mutlaka gelirdi.
Ve bizde
Olur, böyle vakalar, Türk Polisi yakalar,
Götürürler merkeze, …
Bu bölümü doldurmak kişiye kalırdı, biz; “Rezil ederler herkeze.” der geçerdik.
Gazozcu Nuri, o pis kahkahası ile meşhur kadrolu tecavüzcü Coşkun bile inceden inceye mesaj verirdi.
Analar babalar, çocuklarına; ”Aman evladım tanımadığın insanların ellerinden hiçbir şey içme, insanlara hemen inanıp güvenme ” diye tembih ederlerdi.
İnsanlar, kötülük üzerine kötülük yapan O Erol Taş' tan, nefret eder,
Ailelerin ve saadetlerin düşmanı vamp kadın Suzan Avcı'ya sinirlenirlerdi.
Hikâyelerimiz, masallarımız da vardı bizim,
Mesela, yalan söyledikçe burnu uzayan Pinokyo'muz…
Hayaller tertemizdi en azından…
Ya bugün?
Anlatanların inandırdığını sandığı, dinleyenlerin de inanmadığı ama inanmaya inandığı, yalanlarla dolu ucuz ve sahte masallar anlatılıyor.
Ama kimselerin burnu uzamıyor.
Ya Yalancı Çoban?
‘Kurt geldi, kurt geldi!' diye bağırıp köylüyü ayağa kaldırırdı ya…
Yalancı Çobana, köylüler inanırlar yardıma koşarlar, ama gerçeği öğrenince de kızarlar, çobana; ‘yalanın kötü bir şey olduğunu, bu şekilde devam ederse yalnız kalacağını' anlatırlardı.
Masalın sonunda ise kurt Yalancı Çoban'ı parçalardı.
O da değişmiş,'
Artık yalan ‘makbul', doğru ‘maktul' olmuş,
Yalancı Çobanlar, ‘Kurt geliyor, kurt geliyor.' Dedikçe, inanmaya devam ediliyor; kurt bile gelmiyor.
Ağustos böceği de vardı…
Çalardı saz bütün yaz; karınca ise çalışır, didinirdi,
Kış gelince ise ağustos böceği titreyerek karıncanın kapısını çalar yardım isterdi.
‘Önce emek sonra yemek' anlatılırdı ya eskiden;
O bile değişti.
Mevsim Kış, kar diz boyu,
Karınca ise şöminesinin başında…
Kapı çalar, eşine der ki;
“Hanım bu gelen ağustos böceği olmalı, bütün yaz gezdi eğlendi, şimdi bizden yiyecek istemeye geldi.”
Kapıyı açar bir bakar ki, ağustos böceğinin üstünde samur kürk, kolları arasında iki güzel kadın, ağzında puro, kapıda da o nu bekleyen limuzin…
Şaşkın vaziyette bakan karıncaya;
“Komşu komşu, iki saat sonra Paris'e uçuyorum, oradan bir isteğin var mı?” diye sorar
Şaşkınlığını atan karınca;
“la Fontaine denilen hıyara de ki; karıncanın yedi sülalene selamı var, o anlar.” der.
Eskiden ‘Karga ile Tilki', ‘Kurt ile Köpek', Kurbağa ile Korkak Tavşan', gibi masallar ile hayvanlar üzerinden insanlara mesaj verilirken,
Bu gün ‘Öküz Öğretmen',' Öğrenci Eşek', ‘ Doktor Tilki', ‘Trafik Polisi Kurbağa' masalları ile insanlar hayvanlaştırılarak mesaj verilir hale gelinmiş.
İşte böyle…
Zamanlar değişmiş, masallar değişmiş, hikâyeler değişmiş,
Filmler değişmiş, İnsanlar değişmiş…
Yanlış mı?
Bugün para, mevki makam ve kadın yoluna, gündem de kalabilme uğruna;
Nuri Alço'nun gazozuna razı olanlar,
Tecavüzcü Coşkun'u dört gözle arayanlar yok mu?
Ne yaptıkları belli olmayan ama ağustos böcekleri gibi ağızlarında puro, sırtlarında samur kürk rahat rahat yaşayanlar,
Yalana kırk takla attıran yalancı çobanlar,
Menfaat denilen ucuzluğun altında oldukları halde, burnu havada dolaşanlar yok mu?
Peki doğrular…
Onlar da varlar!
Ama Ağustos böceği, yalancı çoban kadar itibar görmüyorlar.
Garip ve yalnız bırakılıyorlar.
Ne yazıktır ki;
Tevazu çirkefliğe, edep edepsizliğe, hayır şerre, doğru yanlışa, sevap günaha, helal harama Allah rızası, kul rızasına mağlup oluyor.
Kısacası;
Kimyamız mı bozuldu ne?
Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete,
Allah sonumuzu hayır eyleye…