Kış gelmeden, evlerimize, paltolarımıza girmeden..

Sonbahar mevsimiyle şöyle yan yana oturup konuşmalıyız.

Yazdan kalan ne kadar mahzun, kederli, neşeli hallerimiz,

Sabır, şükre dayalı dualarımız varsa...

Söylemeliyiz...

Kışı ancak atlatabiliriz.

Bir çay söylemeli, olan biteni anlama, derleyip toparlanma fikrimizi açmalıyız.

Sonbaharın bilgeliğinde soluklanıp, kuzinenin yanı dibinde,

Kendini yenilemenin, nefsi dizginlemenin, ektiğimizi biçmenin dansına şahitlikle; sonbahar etmeliyiz...

"Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç

sularda çimdik, bitti, köprüleri geçtik bitti

elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti

Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz...

XXX

Sonbahar mevsimi geldiğinde aklıma hikaye yazmak, anılarımı kaleme almak gelir.

Fırsat bulduğumda yazar, bir kenarda biriktirir, deneme mahiyetinde karalamaya çalışırım.

Şöyle bi şey!!

Yine sonbahardı ama eylüldü.

Ekim fırsat kolluyor, ben rastgele olta sallıyordum.

Uzun bir gündü ve tüm gün balık tutmak için dereleri turmuş, müthiş yorulmuştum.

“Sonbahar Etmek” için bi Allah’ın kulu yoktu.

Yapayalnızdım.

Bir sonbahar mevsiminden artakalmıştım.

Hikayem o esrarengiz barınak eve sığınınca başlamıştı.

İŞTE O SONBAHAR HİKAYEM

Yorgunlukla harman olmuş teninin kokusu sinmiş gibiydi, ahşaptan evine.

Kapkara görünümlü ihtiyarın yüzü nurlu, eğilişleri, doğruluşları üşengeç, elleri nasır, saptan samandan örme hasır seccade üstünde kendinden emindi.

Hiç kıpırdamıyordu.

Aksine dudakları fısıltılarla kımıldıyor, her yutkunuşunun ardından yüzünü dudaklarından başlayan bir tebessüm kaplıyordu.

Ama gözleri gezgindi.

Kafası hafif öne eğik, alnının hemen altındaki kaşları dikti.

Alnının tam ortasında fincan büyüklüğünde, bene benzer bir işaret vardı.

Kirpikleri yok gibiydi.

Gözleri yukarılara bakmaya yeltendikçe, kocaman gözleri bembeyaz çıkıyordu alttan.

Altımdaki simsiyah pöstekinin sıcaklığı, tenimi ısıtmaya şimdiden yetmiş, yetmiş yaşın üzerindeki bu adama dikkat kesilmiştim.

Yüzü kapkaraydı. Tütün rengine çalan, zifir bir karanlıkla kaplıydı girintili yüzü.

Sağ elinin işaret parmağının ucu da yüzü gibi, kara sarıydı.

Sarılıktan yeni kurtulmuş görüntüsüyle bitkindi.

Kamburunu düzeltmek için her doğrulmak istediğinde, sırtından sebebini bilemediğim, hiç duymadığım sesler geliyordu.

O hiç umursamıyordu; benimse canım acıyordu. !

Karnım içeri çekilmiş, belim dışarıya fırlamış, omuzlarım kollarımın ağırlığından bıkmıştı.

Bir yaşlılık gözüme ilişti.

Güneşin camdan süzülüşüne engel perdenin altındaki oyalar; işlendiğinden bu yana ne çok solmuşlardı.

Ne soluktu kırmızı, ne çok yeşil vardı çiçeklerin yapraklarında.

İçimden, kalkıp sedire ilişmek, camdan henüz çiçek açmış ahlat ağacına bakmak geçti.

Ahşap pencereye tutturulmuş tığ işi çiçekli, altları top top püsküllü, dokunsan dökülüverecek gibi duran, güve delikleri ile dolu perdeyi araladım.

Bahçe ne kadar intizamlı, çiçekler ne kadar beyaz, sarı papatyalar ne güzel, tabiat ne zengindi.

Fakirin, raftaki fitili simsiyah olmuş gaz lambası bom boştu. Dibinde karamsı tortular kalmıştı.

Yaşlı adam hiç karamsar değildi.

Kara yüzü, kurumuş bedeni, kendini asla ele vermiyordu.

Elinden bir iş gelmiyordu ve bu çok belli düşkünlüğünden zerre kadar rahatsız değildi.

Hayattan çok çektiği belli ihtiyarın, kemiğe dayanmış zayıf elleri, zeytinden mamul tespihi ağır ağır çekiyor, içinden belli ki şükrediyordu.

Odanın bir köşesinde öksüz bırakılmış izlenimi veren ördek sobanın delik deşik olmuş gövdesi,

Beyaz bulamaç kıvamında kireçle badana edildiği belli ocak,

Küllere bulanmış yan yatmış sacayak,

Kanayaklı birine muhtaç, uluorta bırakılmış yorganlar, yastıklar,

Duvarda kancalı çiviye asılı, fişekliği yanı başında çakmaklı çifte,

Yine ileride, kapıya yakın duvarda bağırsaktan örme delikli kalbur,

Duvara asılı ipeksi el dokuması geyikli halı,

Kapının ardına konulmuş bakır bir ibrik,

Usta bir elden çıktığı belli ahşap kapının bir diğer ucunda ahı gitmiş vahı kalmış bir süpürge,

Yaşlı adamın sağında, çam ağacından yapılmış rahlesinde Kuran,

Camlı dolapta resimli kahve fincanları, dışı iplikle örülmüş çerçevelerde siyah beyaz fotoğraflar, içi boş bir şekerlik, su bardağının içinde bir cep aynası, bir tarak ve bir makas vardı.

Buraya niçin ve neden geldiğimi unutmuş,

Yağmurdan kaçıp sığındığım bu haneye tutulmuştum.

Evin köşelerinde örümcek ağları isten kararmış, örümcekler açlıktan iz bırakmadan kaybolmuşlardı.

Bir kara sinek, ağdan kurtulmak için çırpınıyor, çırpındıkça kanatlarının vızıltısında ağa bulanıyordu.

Bulanmış kalmıştım.

Bu evin yalın, kus kuru haline, bir deri bir kemik kalmış ihtiyarın kuru bedenine bulanmıştım.

İki elini yüzüne doğru getirirken, dudakları hala bir şeyler söylüyordu.

İhtiyar, bulanık gözleriyle bana doğru baktı.

Buyur; dediğinden bu yana epey bir süre geçmiş, altındaki hasır

seccadenin ucunu hafifçe kıvırdığında, ancak yüz yüze gelebilmiştik.

İki dizi, iki gözü bana dönüktü şimdi.

Elleri hala dizlerinin üzerinde duruyordu. Zeytin çekirdeğinden yapılmış tespihini yanı başına bırakmıştı.

  • Nasılsın”.. dedi.
  • Hayırdır”.. diye devam etti.

Mahcubiyetten dilim damağım kurumuş, bedenim ihtiyarın bedenine kitlenmişti.

Üşüdüğümü hissettim. Korktuğumu anladım.

O da anlamıştı.!

Bildiğim ama söyleyemediğim kelimeler kursağımda kalmıştı.

Bana kapıyı açtığında belli ki; o da namazından geri kalmıştı.

Tokken, bu salaş evde, bu fakirhanede kendimi açlık içinde hissettim.

O da hissetmişti.!

  • Hep böyle olur”.. diyerek ezberinden derin bir nefes aldı.
  • Hep böyle oluyor”..! dedi beni yok sayarak. Kendi

kendine konuşur gibi yaparak.

  • Seni izliyordum” dedi.! “Konuşamıyorsun ama geldiğinden beri okuyorsun”
  • Bu evi, bu eşyaları ve beni.!.Kendini de okumayı ihmal etme.
  • Tabiatla baş başa kal. Dinlemeyi bilirsen, o sana okuyamadıklarını dahi tercüme eder
  • Bilhassa sonbaharı iyi oku, iyi dinle. Sonbahar olgunluğa açılan penceredir.
  • “Sonbahar et” sonbaharla sohbet etmeyi sakın ihmal etme diye nasihat etti.