O zaten o gün ölmüştü. Yaşayan bir beden, ölü bir ruh olarak devam ediyordu hayatına. Köyün güzel kızlarının başındaydı Emine. Örgülü, sarı saçları, mavi gözleriyle hem denizi, hem de güneşi ifade eder gibiydi. Babasının da kıymetlisiydi. Köyün erkekleri kız çocuğuna değer vermezlerdi. Babası da başkasının yanında onlar gibi hareket eder fakat evde daha farklı davranırdı. Sarı saçlarını okşayıp severken, Sarı kızım, gıymatlı gızım derdi. Emine, gururlanır, biraz da şımarır. Evin kıymetli kedisi gibi gosaldıkça gosalırdı.

Aylar, yılları kovaladıkça o daha da güzelleşiyordu. Çeşme başlarında kızlar, birbirleriyle gülüşüp, şakalaşırlardı. Tabii ki en başta gelen konu, gönül meseleleriydi. Kim kime gönül vermiş, kim kime göz süzüyormuş. Onun aklında biri vardı ama o da pek pısırıkçaydı. Bakışları alev alev fakat söze gelince bildiğin samuttu. Neyi bekliyordu.

Köyün kızlarında da, erkeklerinde evlenenlerin sayısı artmaktaydı. Emine' yi isteyenlerin sayısı da az değildi. Onun methini duyanlar kapılarını aşındırıyorlardı. Ne de olsa hali vakti iyi olan bir evin tek kızıydı. Görgüsü, yemesi, içmesi başkasıyla boy ölçüşemezdi.

İlyas ise ilk bıyıkları terlediği günden beri yangındı Emine' ye. Öyle bir yangın ki onu yakıp kavuruyor, çöl güneşinde kavuruyordu. Bir açılabilseydi belki rahatlayacaktı da nasıl olacaktı bu iş? O bir garip çingene, Emine, deyim yerindeyse köy ağasının güzel kızı. Para denen meret, her yerde fakirin karşısına çıkıyordu ateşli silah gibi. Askerliği olmasa, kaçırırdı kızı. Üç dört ay sonrasına da Mevla kerimdi. Ama serde vatan borcu vardı. Vatan borcu, namus borcuydu. Hadi her şeyi göze alsın, kaçırsındı. Nasıl sığdırırlardı o gelene kadar. Bir boğaz nasıl doyardı o kalabalık içinde. Bunları düşündüğünde vazgeçiyordu Emine' ye açılmaktan. Sevda ne karın doyuruyordu ne de başka bir şey. Sadece sol yanında bir sızıydı. Heyecana gark eden azgın bir ırmaktı. Onun güvenecek ne dirayetli bir babası, ne de abileri. Düşündüklerini ifade edemezdi zaten. Sofradan en erken o kalkar, herkesten en önce o yatardı. Neyineydi aşk, neyineydi sevdalanmak.

Düşündüklerini anlatamazdı ama yazabilirdi. Oturdu bir gün sabahtan akşama kadar Emine' ye mektup yazdı. Yeğenine tembihledikten sonra ondan gönderdi mektubu. Kuyuya bir taş atmıştı. Olursa olurdu, olmazsa da kader kısmetti.

Yeğenini gönderdikten sonra beklemeye başladı. Zaman geçmek bilmiyordu. Ya bir hata yapıp da başkası görürse, köylük yerde Emine' ye zarar gelirdi. Sonra ne yapardı. Bu düşüncelerle boğuşurken, arkasında duran yeğenini fark etmemişti.

“Emmi Emmi! Geldim. Aha şu mektubu verdi Emine aba! Ben oyuna gidiyom artık.

“Tamam ulen. Aferin sana. Kimse görmedi demi seni?”

“Yok görmedi. Ben gidiyom.

“Eşşek sıpası seni. Benim derdim ne? Onun derdi de oyun. Aferin bacaksıza.”

Heyecanla mektubu açtı elleri titreyerek. Okudukça neşesi yerine geldi. Sevdası karşılıksız değildi. Emine' nin de onda gönlü vardı. Sitemlerini sıralamıştı. Elini çabuk tutmasını da yazmayı ihmal etmemişti.

Sonraki zamanlarda, tarlalarda, kimsenin göremeyeceği çalılıklarda buluşur olmuşlardı. Tabiat, onların aşkına da örtü olmuştu. İlyas, askere gidip gelecek, sonra isteyecekti. Babası, onun rızası olmadan kimseye veremezdi Emine' yi.

Askerlik zamanı gelmiş, diğer delikanlılarla asker ocağına teslim olmuştu İlyas. Yüreğini köyde bırakarak gitmişti asker ocağına. Olsundu, eni sonu iki yıldı. Sevdiceği nasılsa vermişti sözü. Gönlü rahattı.

İlyas' ın gidişini görmemek için dağa bayıra atmıştı kendini Emine. Söz vermesine vermişti fakat son günlerde içini kemiren bir şey dert olmuştu kafasına. Aşağı mahalleden İbrahim belirir olmuştu evlerinin etrafında. Oldu olası hiç hoşlanmazdı ondan. Bir fiyakayla dolaşırdı köy ortasında. Babasıyla da çok samimiydi bu aralar. Pek hayra alamet değildi bu durum. O istemedikçe kimse zarar veremezdi nasılsa.

Bir sene bitmişti. İzine gelip gitmişti İlyas. Emine' yi durgun görmüştü. Çok ısrar etmiş fakat hiçbir açıklama yapmamıştı kendisi. Bir hâl vardı ama neydi. Bunlar aklına geldikçe uykusu kaçıyordu İlyas' ın.

Hayatında ilk kez intiharı o gün düşünmüştü Emine. Babasından ilk kez şiddetli bir dayak yemişti. İbrahim' e karı olmasını istiyordu çok sevdiği babası. O kadar yalvarmış, ağlamış, anasını aracı koymuştu. Adam nuh diyor, peygamber demiyordu. İlyas'a beddualar ediyordu. Neden askere gitmeden kaçırmamıştı ki kendisini. Evden dışarı çıkması da yasaklanmıştı. İbrahim' in değil yüzünü görmek, ismini duyduğu anda midesi kalkıyordu. Nasıl kurtulacaktı bu cehennemden? Bilmiyordu. İntihar etse, inançlarına aykırıydı bu durum. Allah'ın verdiği canı ancak Allah alabilirdi.

Aceleyle düğün dernek kurulmuş, Emine tıpkı bir hükümlü gibi cezaevine konmuştu. Davullar, ardı ardına çalınıyordu. Emine sessiz, çaresiz gözyaşı akıtmaktaydı. Köy ahalisi, bu suça ortak olmaktaydı.

Dedikodu görevini yerine getiren insanların sayesinde haber alan boşboğazlığıyla tanınan Mikail, eline kalemi kâğıdı aldı. Felaket tellallığını yerine getirmek için…

“İlyas, inşallah iyisindir. Şu anda mektubu yazarken başım çok ağrıyor. Yukarı mahalleden İmamların Emine' nin gelin alması var. Yanlış yazarsam kusuruma bakma. Selam, kelam.

İlyas, mektubu okudu, gözlerinden son kez iki damla yaş yuvarlandı. O günden sonra bir daha hiç konuşmadı. İki ay sonra da veremden vefat etti. Cenazesi, kendisi gibi sessizce köye geldi ve kabristana yerleşti.

Ne zaman bir rüzgâr esse, köyün içinde İlyas' ın feryadı dolaşırdı. Onu Emine' den başkası duyamazdı.